sanat

AYLIK E-DERGİNİZ BAST HOME’UN MART SAYISI YAYINDA!

Şehirli yaşam alışkanlıkları konusuna yoğunlaşmayı kendisine amaç edinmiş ücretsiz Dekorasyon & Life Style E Derginiz Bast Home sadece bir “tık” mesafenizde… İster evde keyifle kahvenizi yudumluyor olun, ister yoğun trafikte araç içinde beklemede, isterse ofiste kahve molasında. Size keyifli zaman geçirtecek bir içerik aradığınızda, Bast Home hep elinizin altında. Tek yapmanız gereken bilgisayarınızdan, akıllı telefonunuzdan veya tabletinizden e derginizi indirmek.

Mart Sayımızda Sizleri Neler Bekliyor:

– Evlerde küçük dokunuşlar için pratik öneriler,

– Mimari, dekorasyon ve tasarım dünyasından en güncel haberler, son trendler,

– Evde hayvan beslemeyi düşünenler için faydalı bilgiler,

– Tasarımlarıyla öne çıkan otellerin izinde kısa bir dünya turu,

– Bağdat Caddesinde keyifli bir sanal gezinti,

– Dünyadan  ve Türkiye’den dekorasyon stilleriyle öne çıkan evler ve mekanlar,

– Sanat, edebiyat, gastronomi alanında renkli röportajlar.

 

Keyifli süprizlerle birlikte,  bunların hepsine ve daha fazlasına ücretsiz olarak ulaşmak için  sayfadaki linki tıklayın ve arkanıza yaslanın.

 

Keyifli okumalar…

Trivia Crack

Trivia Crack Trivia Crack aslında ilk bakışta klasik bir yarışma oyun uygulaması olarak görünebilir. Ancak Trivia Crack Kullanıcıların her gün sorular yükleyebildiği bir yarışma platform aslında. Bilim, eğlence, spor, sanat, coğrafya ve tarih gibi farklı konularda ...

MOTTO TASARIM – ATÖLYE İSTANBUL

Bir ortak yaratıcılık sahası, Atölye İstanbul .

Sanırım profesyonel hayat unutturuyor bize yaratıcılığı, sonra da  başlıyoruz sıkıcı ve tek düze olmaya. Tüketmekte ise adeta üstümüze yok. En yeni çıkan markalar, En trendy içecekler, En hip mekanlar, En çok like alan paylaşımlar… Taklit etmek , özenmek veya  eleştirmek en basit iş, peki ya üretmek? Evde, işte,her yerde bir tatminsizlik , mutsuzluk hakim. Havadan sudan değil bu karın ağrıları ,zamanı iyi değerlendiremiyor, kaliteli vakit geçiremiyor olmanın  verdiği   sıkıntıyı yaşıyoruz hepimiz maalesef. Daha çok keşfetsek,öğrenmek için baksak ,dinlesek, uygulasak,kendimizi aşsak mesela. Peki size, hayal edebildiğiniz,tüm aklınızdakileri paylaşabildiğiniz, öğrendiğiniz,izlediğiniz,okuduğunuz,denediğiniz ve ürettiğiniz şeyleri tek bir çatı altına toplayan bir yerin varlığından bahsetsek? Kim bilir, belki de hep o beklediğiniz  ilham perileri bu atölyededir. Tasarımsa tasarım,yaratıcılıksa yaratıcılık,sanatsa sanat,paylaşımsa paylaşım! Buraya her gelenin tek bir ortak noktası var o da ‘yaratıcılık’! Bu ay Atölye İstanbul ’un yaratıcıları Kerem Alper ve Engin Ayaz’ın ilham dolu yolculuklarına ortak olduk .İlk büyük ölçekli ‘makerspace’i olma hedefiyle 2013’te ilk adımlarını attılar.Peki kim bu  ‘’maker’’lar? Tasarımın her halini tek bir çatı altında toplamayı başaran Atölye İstanbul’un Çukucuma’daki mabedine konuk olduk ve merak ettiklerimizi sorduk.

 

  • Türkiye’nin ilk büyük ölçekli ‘’maker space ‘’i olan Atölye İstanbul‘un çıkış noktasını merak ediyorum. Hikayesini bizimle paylaşır mısınız?

ATÖLYE İstanbul macerası, Kerem Alper ve Engin Ayaz ile iki yıl önce başladı. İkili öncesinde, farklı zamanlarda Stanford Üniversitesi’ne gitmiş ve tasarım dünyasıyla orada tanışmıştı. Okulun sağladığı üretim alanlarında bireysel ifadenin üretime katılmasının kültür üzerinde ne kadar büyük bir değişiklik yaratabileceğini fark etmişlerdi. Aynı zamanda, farklı alanlarda faaliyet gösteren insanların bir araya gelince çok daha özgün projelere imza atabileceklerini gözlemleme şansları olmuştu. Bu deneyimlerle Türkiye’ye dönen ikili, 2013 yılının Eylül ayında, yaratıcı sektörlerin ortak bir çatı altında buluşmasını sağlayacak projeleri; ATÖLYE İstanbul fikrini geliştirmek üzere İstanbul’da faaliyete geçti. Engin ve Kerem önce ATÖLYE Labs adını verdiği kendi ekibini kurdu. Ardından 7 yıl boyunca California Apple’da Sistem Tasarımları ve İnovasyon yöneticisi olarak çalışan Dr. Ulrich Barnhoefer üçüncü ortakları olarak Türkiye’ye geldi. ATÖLYE Labs’in 1 sene süren hummalı çalışmaları sonucunda, ATÖLYE İstanbul kapılarını açmadan önce ekip Çukurcuma’da 200 metre karelik ATÖLYE Beta Mekan’ı yarattı. ATÖLYE İstanbul’un bir prototipi olarak kurguladığı bu mekanda, 20 kişilik bir ortak çalışma alanının yanı sıra; 3D printer ve elektronik prototipleme aletleri, workshop alanları ve bir toplantı salonu bulunuyor. Tasarım, teknoloji, sanat, ve girişimciliğin kesiştiği bir ekosistem oluşturarak disiplinler arası işbirliğini güçlendirmenin amaçlandığı ATÖLYE Beta Mekan’da hem Türkiye’den hem de uluslararası ağdan; yönetmen, tasarımcı, illüstratör, editör, sosyolog, mühendis, girişimci pek çok farklı dal bir arada çalışıyor, üretim yapıyor.Şirketler ötesi bir platform yaratmayı ve üretmeye ilgi duyan herkese destek sağlaması hedeflenen, yaklaşık 700 metre karelik bir ortak çalışma, üretim ve etkinlik merkezi olacak olan ATÖLYE İstanbul ise çok yakında açılacak. Ekibin hayali, ATÖLYE İstanbul’dan sıra dışı projelerin çıkması ve dünya genelinde farkındalık yaratabilme potansiyeli taşıması. Projelerin sadece karlılık üzerinden değil, yaratabileceği etki ve yarar üzerinden değerlendirilerek geleceğe katkıda bulunabilmesi.Ayrıca ATÖLYE Labs, ATÖLYE İstanbul haricinde yenilikçi projeler üretiyor; kurumsal ve halka açık workshop’lar düzenliyor. Böylece tüketen ve üreten arasındaki kalıp yargıları kırmayı, sürdürülebilir bir yöntemle kalkınmayı ve bunu toplumun her kesimiyle yöneten bir İstanbul için katkıda bulunmayı istiyor.

 

  • Dr. Ulrich Barnhoefer ile yollarınız nasıl kesişti?

Ulrich (Uli) ile kurucu ortak Kerem Stanford Institute of Design’da (d.school) Kerem’in asistanlık yaptığı bir ders sırasında tanıştı. Uli bu sırada Apple’da inovasyon  ve sistem tasarımları bölümünde çalışıyordu ve hafta sonları kendini geliştirmek ve Stanford’un tasarim odaklı düşünce metodunu öğrenmek için d.school’a geliyordu. Bir ortak tanıdıkları vasıtasıyla tanışan ikili kısa bir süre içinde yakın dost oldular ve Kerem’in ortağı Engin ile bir süredir üzerinde çalıştığı ATOLYE Labs projesini kurgulamaya koyuldular. Uli iki kere ATÖLYE Labs kapsamında Turkiye’ye geldikten sonra Apple’dan istifa edip İstanbul’a taşınma kararı aldı ve 9 ayı aşkın bir süredir burada.

 

  • Peki, kim bu maker’lar ?

Türkiye’de ‘maker hareketi’ yeni bir akım olmakla birlikte maker’lık kültürü aslında oldukça eskiye dayanıyor. Anadolu’da çağlardan beri süre gelen zanaatkarlık kültürü bir yana; yoğurt kabından saksı yapan anne, benzinden tasarruf etmek için arabasına lpg tüp taktıran baba figürleri bizim kültürümüzün en özgün maker temsalleri arasında yer alıyor. Bugün, bu kültürel kimlikle büyümenin yanı sıra teknoloji sayesinde farklı alanlardaki bilgi ağlarına ve altyapı olanaklarına kolayca erişim kazanan genç nesil, dünyada hızla yayılan ‘Maker Hareketini’ kolaylıkla içselleştirebiliyor. İçlerindeki yaratıcı gücü beslemek ve fikirlerini somut birer projeye dönüştürmek için birbirinden güç alması gerektiğinin bilinciyle hareket eden bu jenerasyonun tasarımcıları, zanaatkarları, girişimcileri, sanatçıları ve mühendisleri ‘maker hareketi’ çerçevesinde yeni nesil bir çalışma biçimi ortaya koyuyor.Bu toplumsal hareketliliği sadece bir başlangıç. Maker hareketinin eğitim ve kültür kuruluşlarının yanı sıra yenilik arayan büyük şirketler üzerinde de etki yaratacak.

 

  • Sizce çalışma ortamlarında insanların daha verimli ,yaratıcı ve motive  olabilmeleri için başta neyi değiştirmek lazım?

 

Çalışma ortamlarında en önemli şeyin disiplinler arası etkileşim. Farklı alanlarda çalışan insanlar bir araya geldiğinde ortaya inanılmaz yenilikçi sonuçlar çıkabiliyor. Ayrıca fikirlerin ortak geliştirilip, tasarlandıktan sonra ilk prototiplerinin alınabilmesi; o fikirlerin hayata geçmesinde büyük önem taşıyor. Yani önce dayanışma sonra altyapı önemli.

 

 

 

  • Workshop programlarınızdan biraz bahseder misiniz?

 

Workshop programlarımız kurumsal ve halka açık workshop’lar olarak ikiye ayrılıyor. Kurumsal şirketlerin ihtiyaçları doğrultusunda, çözüm odaklı bir metodoloji olan Tasarım Odaklı Düşünce’yi uyguluyoruz. Halka açık workshop’larımızda geleneksel ve dijital üretim metotlarının bir arada kurgulanabileceği içerikler geliştirmeye özen gösteriyoruz. Kuyumculuktan 3 boyutlu yazıcılara kadar geniş bir yelpazede programlarımızı hazırlıyoruz. Programları hazırlarken de kendimizin katılmak isteyeceği içerikler olmasını, ekibimizi de geliştirecek ve zevk duyacağı konular olmasını kriter olarak alıyoruz.

ATÖLYE İstanbul kapılarını açtığı zaman yoğun bir etkinlik takvimimiz olacak. O zaman üretmek isteyen herkes kendine dair bir içerik bulabilecek.

 

 

  • Atölye İstanbul’un yakın gelecekteki planları neler?

Yakın gelecekte yenilikçi projelerimizi hayata geçirmek ve Beta Mekan’dan en iyi şekilde verim almak istiyoruz. Burada bizimle ortak bir çatı altından çalışan yeteneklerle birlikte üretim yapabilmek ekibimiz için en değerli şey.

 

  • Ve son olarak motto’nuz ?

Yaratmaya Devam!

 

 

Meral Uyanık Koca

dfot

Hotel Jules Cesar

Güney Fransa’nın Arles şehrindeki Hotel Jules Cesar,

ünlü tasarımcı Christian Lacroix’nın elinde derin bir yerel kültürün simgesi haline dönüştü.  Maranatha Grubu’nun yeni oteli, geçmişin izlerini tasarımcının renkli ve coşkulu stiliyle buluşturduğu eski bir manastır.

Provence bölgesinin pastoral yerleşimlerinden Arles aslında eski bir Roma şehri. Küçük ama entelektüel Arles, Van Gogh’un yaşadığı ve resimlerini yaptığı bir yer olmasıyla da ünlü. Sanat kokan Arles’da ona çok yakışan bir otel Jules Cesar.

 

Christian Lacroix 5 yıldızlı Hotel Jules Cesar’la Arles’da yeni bir yaşama nefes vermiş. Ondan başka kim böyle bir projeyi yönetebilirdi ki? Çocukluğunun geçtiği şehirdeki çok sevdiği bu eşsiz mekan için engin yeteneğiyle harika bir tasarım yapmış.

 

17. yüzyılda bir Carmelite manastırı olarak inşa edilen bu mekan eski günlerindeki o huzur dolu sığınağı ve “Galyalıların küçük Roma”sının derinliklerinde bir mücevhermişçesine büyüleyici bir gizemi yansıtıyor. 5 yıldız derecesinde konumlandırılan otelde her şey mümkün ve zaman çok değerli.

 

1928’de otele dönüştürüldüğünden beri Hemingway, Picasso, York Dükü ve Düşesi gibi ünlü isimler aynı partilerde halka karışmış, mekanın masaları ve barı hep Arles sakinlerine açık olmuş.

Bu kapsamlı yenilenme o anılardaki ve yeni ziyaretçilere ithaf ediliyor. Yeni misafirler de bu tarihi mekanı sanki o isimler hâlâ burada, şimdi yaşıyormuşçasına deneyimleyecekler. Christian Lacroix projesini şöyle açıklıyor, “Bu mekan bölge halkının biraz gözünü korkutuyor. Beni en çok heyecanlandıran, bu projeyi daha çok insana açma sorumluluğu. Şehirde ne yapılıyorsa, kesinlikle Jules César’da da yapılmalı!”.

Arles’daki Reattu Müzesi’ndeki bir resim Christian Lacroix’nın hayali müzesinin duvarına ilk asacağı eser. “L’atelier de couturiers” (Terzilerin Atölyesi) olarak adlandırılan bu eserin önemi sadece benzersiz Güney Fransa ışığından değil, aynı zamanda kumaş ve malzemenin birleşerek oluşturduğu bir kolaj oluşundan geliyor.

 

Hotel Jules Cesar’ın iç dekorasyonu bu iki tema üzerine kurulmuş sanki: Bir taraftan mimarinin belirlediği ışık oyunu ve gölgelerle, diğer taraftan ise tasarımcının otelin ruhunu ve geçmişini gün yüzüne çıkardığı kolaj fikriyle…

Eski manastırın yeniden keşfedilişine Christian Lacroix, Güney Fransa’nın konfor ve duyguyla ilham bulan yaşam sanatının bir resmini yaparak renk verdi. Paleti eski mekanın anısını çınlatıyor olmanın yanı sıra edebiyat, sanat, müzik, Barok, çağdaş stil ve fotografik tarihi gözler önüne seriyor.

dfot

 

Murat Ilgın, birbirinden çok farklı resim serileriyle çıktı hep karşımıza. Son dönem “ Savana Serengeti ” resimlerine bakarken sessizliği ve huzuru hissettim. Antilop, zebra ve zurafalı dingin kompozisyonlarında  insanın doğaya kaçış özlemini, günah çıkartırcasına  sadeliğe geri dönme çabasını gördüm.

 

Resim serileriniz üzerinden sanatınızın değişim ve gelişimini anlatır mısınız?

 

1997 senesinden bu yana farklı resim serileri ürettim:

1997-1999 Hurda Wolksvagen serisi: Terk edilmişlik ve tek başına ayakta durma çabasının ifadesi oldular.

2000 Karakalem asker portreleri serisi: Askerliğim boyunca çizdiğim karakalem er portreleri.

2003 Olympos serisi: Antalya Olympos’ta kampçı kareleri.

2004-2005 Mazgal serisi: Sokak ve kaldırımlardaki mazgalların travmal unsurlarla ifadesi.

2005-2006 Kedi köpek serisi: Sokak hayvanları.
2006-2008 Midye serisi: Midye kompozisyonları,  midyecilerin günlük yaşantıları.

2008-2010 Tepeden insanca oyalanmalar serisi: Yukarıdan bakılarak resmedilmiş portreler. İnsan psikolojisi çözümlemeleri.

2011-2012 Etlimoloji serisi:  Derisi yüzülmüş büyükbaş ve küçükbaş çiflik hayvanlarının etlerinden oluşturulmuş kompozisyonlar. Kasap rolüne bürünmüş otoportrem. Sosyolojik,  felsefi ve psikolojik eleştiri biçimleriyle bakılması gereken özel bir seri.

2013-2014 Masal serisi: Grim Kardeşler masal portreleriyle ifade biçimleri.

2014 Savana Serengeti serisi: Afrika doğal yaşamından hayvanlar. Mantarlar ve ağaç kompozisyonları.

 

Beş kişisel sergi açtım. Altmışın üzerinde karma sergi,  çeşitli sempozyum ve yarışma sergilerine katıldım. Tekel 2003 Mansiyon ödülüm var.

Resim sanatında ışık, renk, kompozisyon ve dokunun ne denli önemli unsurlar olduğunu anladım ve uyguladım. Resmin belli bir psikoloji ve felsefe temeline oturtularak insanın içindeki aydınlık ve karanlığı yansıtması gerektiğini düşünüyorum. Sanatın farklı disiplinlerin bileşgesi olduğuna dair inancım sonsuz.

 

Sanat ve sanatçı tanımınız nedir?

 

Sanat alıcının -yani izleyicinin- hayatını değiştiren bir olgudur. İzlendiğinde bilinç altına girer ve geçmişteki tecrübeleri sorgulatır. Sanat ömrünü duyarlı geçiren ve bunu gerek plastik sanatlar, gerek görsel sanatlar, gerekse müzikle yansıtan kişilerin işidir. Sanat eseri sanatçının aynasıdır.

 

Sanatçıyla diğer insanlar arasında ki fark nedir?

 

Sanatçı dünyada ki işittiği gördüğü özetle bütün şahit olduğu şeyleri kendine dert edinir. Buna bir tür takıntı diyebiliriz. Obsesif hale gelmedikçe bence bir mahsuru yok. Diğer insanlar bakar duyar anlatır ve unutur, yahut iteler. Sanatçı sadece bakmaz. Görmek için bakar. Başka birşeyler farkeder. Sanatkar  duygu ve düşünce süzgecinden geçirip yansıtır ve diğerlerine sunar. İşte fark budur. Bazen sanatkar tanımlanamayan tuhaf diye nitelendirilir. buda normaldir. Çünkü toplumun bir tık üzerindedir, ama bu sakın yanlış anlaşılmasın öyle olmalı ki alış veriş olsun. Bu alışveriş sadece maddi anlamda değildir. Bir arada yaşamak güzel.

 

 

Mutluluk ve sanat arasındaki ilişki nedir sizce?

 

Önce mutluluğun dozundan bahsetmek doğru olur sanırım. Büyük mutluluklar tatminsizlik,  küçük mutluluklar yaşama enerjisi verir bence. “Mutlu olacağım” diyerek mutlu olunmaz. Ya mutlusundur ya da değilsindir. Bunun için bazen sebep aramaya bile gerek yok. Hani hiçbir sebep yokken “iyi hissediyorum” deriz ya işte öylesi daha güzel. Sanatla arasındaki ilişkiye gelince, o da göreceli. Ben mutluyken de mutsuzken de, güne karşı nötr iken de resim yaparım. Resim yapmayı düşünürüm. Hayat tarzım bu.

 

Sizi tetikleyen unsurlar,  ilham kaynaklarınız nelerdir?

 

Saymakla bitmez ki. Hayvanlar, kedilerimiz Ran ve Bal, bazen hayalimde metamorfoza uğramış bir insanımsı yaratık, ölümler, ayrılıklar, doğumlar, gezdiğim bir sergi, müze,  sinema, kitap, seks, seyahat, kahkaha, muhabbet, kocaman bir ağaç, hayvanlar, yalnız yürüyüşler, sevgili eşim Zeynep, uzun uzun denize dalmak, politikaya duyduğum nefret,  mutlu insanlar, şahit olduğum kavgalar, inşaat  temelleri ve özellikle çocukluk anılarım. Çoğu Kocaeli Bayramoğlu’ndakiler. Rüyalarım da cabası.

 

İnşaat temelleri mi?

Evet. Dibine baktıkça toprağın derinliklerine iniyorum.

 

Hayran olduğunuz sanatçılar kimlerdir?

 

Hakan Gürsoytrak, Zeliha Akçaoğlu, Adil Salih, Hakan Bilal Karakaya, Gökçe Yağmur,  Yusuf Alper Çakır, Ansen Atilla, Antonio Cosentino, Zekai Ormancı, Güngör Taner, Berkay Buğdancı, İrfan Okan, Balkan Naci İslimyeli, Fikret Mualla, Eşref yıldırım, Mehmet Aksoy,  İlhan Koman.

Rembrant, Odd nerdrum, Picasso, Modigliani, Leonardo Da Vinci, Soutin, Goya, Gaugin,  Van Gogh, Giocometti, Michelangelo, Rodin.

 

 

 

 

 

 

Sanatın insan yaşamında ki yeri nedir,  ne olmalıdır sizce?

 

Bu soruya Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün sözleriyle cevap vermek istiyorum: “Bir millet sanattan ve sanatkardan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alii bir kimse gibidir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuştur. Sanat güzelliğin ifadesidir. Bu ifade söz ile olursa şiir, name ile olursa musiki, nakş ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltraşlık, bina ile olursa mimarlık olur. Sanatkar, toplumda uzun mücadele ve gayretlerden sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır. Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz, fakat sanatkar olamazsınız.”

 

Sanat insan ruhunu şekillendirmek için var olan bir olgudur. Sanat içinden geçtiğimiz ince bir sokaktır. Sanat sürdüğümüz ömürdür. Okullarda sanat ve sanat tarihi derslerine ağırlık verilmesi ve sevdirilmesinin önemini vurgulamak isterim. Son olarak da büyüklerimizden müzeciliğin üzerinde ciddiyetle durmalarını arz ederim.

dfot

 

KAĞITTAN HAYALLER ATÖLYESİ

PAPİER ATELİER

Her şey izledikleri ”Away We Go” filminin etkisiyle başlamış meğer!

Filmdeki BURT adlı karakterin kağıttan maketini yapma dürtüsüne karşı koyamamışlar ve iş almış başını gitmiş. 2011 yılında ‘’Anything with paper’’ motto’sunu benimseyen Türker Akman ve Deniz Yılmaz tarafından kurulan Papier Atelier tam anlamıyla bir kağıt heykel atölyesi. Onlar, her gün elimizin altında olan üzerlerine karaladığımız, notlarımızı aldığımız, kimi zaman yırtıp attığımız kağıtlara farklı bir boyut ve anlam yükleyerek adeta hayat veriyorlar. Her bir parçayı birer sanat eseri haline getiriyorlar. En büyük ilham kaynağının hayaller, filmler ve insanların büyülü hikayeleri olduğunun altını çiziyor ikili. İşin en güzel tarafı ise hayalleri gerçekleştiriyor olmaları. Düşünsenize, hayallerinizi sipariş ediyorsunuz! Ben kendi adıma Deniz ve Türker’e teşekkür ediyorum; hem ilham kaynağı oldukları hem de hayalleri gerçekleştirmeyi seçtikleri için.

Biraz kendinizden bahseder misiniz?

Türker:Ben  mimarlık ve dergi tasarımı yapıyorum

Deniz: Ben de  match-up isimli basılı bir dergi çıkarıyorum. Aynı zamanda da 3 yıla yakındır Papier Atelier için kağıt heykeller tasarlıyoruz.

Beraber böyle bir projeye nasıl dahil oldunuz? Hayallerle dolu bu yolculuğun hikayesini bizimle paylaşır mısınız?  

Bundan birkaç yıl önce izlediğimiz bir filmdeki karakterin (Away We Go filmindeki Burt karakteri) kağıt heykelini yaparak bu proje şekillendi kafamızda. Önceleri sadece kendimiz için birkaç adet kağıt heykel yaptık, sonra ise gelen istek ve ilgi üzerine başka çalışmalar da yapmaya başladık. Aslında ilk başta amacımız sadece filmdeki karakterin küçük bir kağıt modelini yaparak eğlenmekti. Sonraları rüyalarımızda gördüğümüz ve ünlü isimler arasında sevdiğimiz insanların kağıt heykellerini yaptık. Birçok konuda fikir alışverişi yaptığımız ve çift olduğumuzdan ortak bir şeyler yapmayı çok istediğimiz için Papier Atelier projesi bizim için çok özel ve ilk.

Neden kağıt peki ? 

Kağıt aslında tasarımın başladığı yerdir. Fakat son ürüne gidilirken kağıt bir kenarda unutulup gider. Bizim amacımız hayatımızın her yerinde yer verdiğimiz bu malzemeye bir değer katmak.

Workshop çalışmalarınız var mı? Bize bilgi verir misiniz biraz? 

Düzenli olmamakla birlikte workshop çalışmaları yapıyoruz. Hatta 21 Haziran Cumartesi günü de Karaköy’de bir tane düzenliyoruz.

Bu workshoplar genelde bir günde oluyor ve 6-8 saat sürüyor. Önceden belirlenmiş bazı modellerimiz oluyor. Katılımcılarla birlikte önceden hazırladığımız kalıplardan kesip, ortaya çıkan parçaları yapıştırıp, bu parçaları boyayarak heykeli tamamlıyoruz. İnsanlar yer yer “Sanırım ben yapamayacağım!” diye panikleseler de sonunda herkesin kendilerine ait güzel birer kağıt heykeli oluyor…

Şimdiye kadar en vazgeçilmez karakteriniz hangisi?

En sevdiğimiz karakterimiz bizim için ilklerden biri olan “Fisherman” ve “Mademoiselle Coco Chanel”.

Sizce bu sanat Türkiye‘de yeterince ilgi görüyor mu veya tanınıyor mu?

Kağıtta kullandığımız teknik, kullanılan geleneksel yöntemlerden biraz farklı olduğu için Türkiye’de pek tanınmıyor. Yurt dışında ise ilham verici güzel çalışmalar yapan kişiler var.

Yurt dışından kimleri takip ediyorsunuz? 

Yurt dışından beğendiğimiz işler yapan isimlerden ilk aklımıza gelenler: Sher Christopher ve Asya Kozina. Ama bize en çok ilham veren kişi şüphesiz ki Turhan Selçuk.

Siparişler nasıl bir süreçten geçiyor? 

Öncelikle sizden yaptırmak istediğiniz heykelle ilgili detaylı bilgi istiyoruz. Kafanızda canlanan sahneyi anlatmanızı istiyoruz. Bu hikayeden kullanabileceğimiz detayları belirliyoruz. Eğer yapılacak heykel bir kişi içinse mümkün olduğu kadar fotoğrafla birlikte kişiye özel detayları alıyoruz.

Bunun üzerine bizim kafamızda oluşan sahnenin eskizini paylaşıyoruz. Eskizin üzerinden tekrar konuşarak sahnenin son halini hazırlıyoruz.

Bundan sonra çalışma bilgisayar ortamına geçiriliyor ve detaylandırmalar başlıyor. Bütün duruşlar, ifadeler, büyüklükler, renkler… gibi detaylar bu süreçte belirleniyor. Bilgisayar ortamındaki çalışma son bulduktan sonra tekrar kağıda dönülüp heykelin hayata geçme süreci başlıyor. Düz bir kağıtla başlayan süreç bu kağıdın kesilip, kıvrılıp, yapıştırılması ile bir hacme bürünüyor.  Daha sonra bu kağıt istendiği şekilde renklendiriliyor ya da kağıdın doğal renginde bırakılıyor. Bu süreçten hiç bir fotoğrafı paylaşmıyoruz. Mümkünse de teslimi elden yapmayı tercih ediyoruz. Bu sayede heykel sahibine ulaştığındaki aralarında kurulan bağı izleme şansına sahip oluyoruz  ki bu da belki de işin en zevkli kısmı oluyor bizim için.

Farklı projeler var mı bizi bekleyen?

Şu sıralar sevdiğimiz bazı sanatçılarla ortak çalışmalar yapıyoruz. Onların farklı disiplinlerde üretmiş oldukları eserlerin kağıttan heykellerini yapıp paylaşıyoruz. İleride de kendi karakterlerimiz ve onların hikayeleri ile bir sergi düzenlemek için çalışmalarımızı da sürdürüyoruz.

Bu işin püf noktası nedir sizce?

Anahtar kelimemiz “sabır”. Çünkü süreç gerçekten yavaş ve zorlu işliyor. Kullandığımız teknikte istenilen geometrik etkiyi almak için keskin köşelerin birleşimlerinin kusursuz olması gerekiyor. Bu yüzden de hataya pek yer yok.

İlerde bir sergi açmayı düşünüyor musunuz? 

Kesinlikle düşünüyoruz ve bir süredir bu konuda da fikirler üretiyoruz.

 

Nerelerden ulaşabiliriz Papier Atelier heykellerine?  

Şu an sadece internet üzerinden www.papieratelier.com adresinden ulaşılabiliyor heykellerimize. Gerçeklerini şu an için sadece workshoplarımız sırasında, ya da yer aldığımız özel etkinlikler için düzenlediğimiz mini sergileri ziyaret ederek görebilirsiniz.

dfot

 

 

Frank Owen Gehry

Gerçek adı Ephraim Goldberg olan Frank Owen Gehry,  28 Şubat 1929 Toronto Ontario’da doğmuş. 1947’den itibaren Los Angeles, Kaliforniya’da yaşayan ünlü mimar, University of Southern California ve Harvard’da mimarlık eğitimi aldıktan sonra 1963 yılında Frank O. Gehryand Associates adıyla kurduğu şirkette mesleğe başlamıştır. 1979’dan sonra şirket Gehry&Kruegerinc adıyla faaliyetine devam etmiştir.

Mimaride “Dekonstrüktivizm”in öncü uygulayıcılarından biri olan Gehry’nin, çalışmaları mimar ile tasarımı ya da sanatı ve çevreyi birleştiren çarpıcı birer örnek olarak değerlendirilmektedir. Frank Gehry ise mimari yaklaşımını şu cümleyle özetler: “Uyandım, traş olmak için banyoya gittim, banyo çok karanlık ve havasızdı, elime bir çekiç aldım ve banyo duvarında bir pencere açtım bundan sonra bütün mimarlık anlayışım değişti.”

Balık Karada Frank Owen Gehry ile hayat buldu.

Ayrıca “ Büyükannemin yemeklerinden bina yaptım ” diyen 85 yaşındaki ‘yaşayan en ünlü mimar’ ünvanlı, Pritzker ödüllü Frank O. Gehry; yapı, aksesuar ve takı tasarımlarında ve heykellerinde kullandığı balık figürü çıkış noktasını şöyle anlatmaktadır: “Toronto’ da yaşarken büyükannem her Perşembe balık halinden kocaman canlı bir sazan balığı alır ve evde suyla doldurduğumuz küvete koyardı. Bende gün boyu küvetin yanında oturup balığın kıvrılıp bükülerek yüzüşünü seyrederdim. Daha sonra büyükannem balığı pişirmek için öldürürdü. Bu benim için her zaman katlanılması zor bir tecrübe olmuştur. ” Sonraki yıllarda Katolik öğrencilerden oluşan bir okulda okurken Yahudi olmasından dolayı ve “korktuğu” gerekçesiyle kendisine ‘balık’ diye lakap takıldığını ve bu takma adı kesinlikle aşağılama olarak algılamak yerine benimsediğini, öyle ki ilk tasarımlarını ‘Frank’ yerine ‘Fish’ (Balık) yazarak imzaladığını anlatmaktadır. Ayrıca yaşamındaki bir diğer “balık” detayı da 28 Şubat 1929 yılında Toronto’ da doğmuş olmasıdır. Yani Frank Gehry bir ‘balık’ burcudur. Bununla da kalmayarak çocukluk ve gençliğinde “balık” kelimesi ile bu kadar haşır neşir olan Gehry tam da bekleneceği gibi 80’lerde tüm dünyayı kasıp kavuran post-modern mimariyle dalga geçmek için bir sembol aradığında yine karşısına ‘balık’ çıkmıştır.

“Meslektaşlarım post-modern akıma kapılıp Yunan tapınaklarını yeniden inşa etmeye başlamışlardı. Herkes çılgın gibi ‘geçmişi geri getirme’ telaşındaydı. Buna karşı çıkarak, ‘ileri gitmek için kendinize güveniniz yoksa ve geçmişi yaşatmaya kararlıysanız bari onu düzgün yapın, gerçekten eskiye gidin’ dedim. Balığın suyun içindeki hareketlerinden esinlenen, hatta birebir ‘balık’ şeklinde binalar ya da devasa anıtlar tasarlamaya, inşa etmeye başladım.” diyerek mesleğinin o yıllarını anlatmaktadır. “Yeter artık balık formunu kullanmayacağım’’ dediğim zamanlar olu- yor. Fakat, kalemimin ucunda benden bağımsız hareket eden bir balık yaşıyor. Herhalde büyükannem gelip onu pişirene kadar balık çizmeye devam edeceğim.” diyen Gehry’ nin bugüne kadar İspanya Bilbao’ daki Guggenheim Müzesi, Barcelona’ da yaptığı otelin çatısına kondurduğu bakır balık strüktürü, ABD Los Angeles’ ta yeni yapılan Walt Disney Konser Salonu, Mineapolis’ teWalker Art Center’ ın avlusuna koyduğu balık heykeli, Japonya Kobe’ de balık restoranı, çeşitli lambalar, Tiffany’ s için tasarladığı balık formlu mücevherler ve Alessi için tasarladığı ‘Pito’ çaydanlık içindeki balığı dışarı çıkaran tasarımlarından sadece birkaçıdır.

Çıkış noktasının Le Corbusier’ nin garip organik formlu “Notre Dame du Haut” kilisesi olduğunu iddia edilen, o en çok Alvar Aalto’ dan ve Louis Khan’dan etkilendiği söylenen Frank Gehry’nin, meslek hayatında mimarlık çizgisi ticari bir bakış açısındansa sanatsal atölye çalışmasına kaymıştır. 1970’ lerin sonlarında mimari tarzını dekonstrüktivizminana temellerine dayandırmaya başlamıştır. Yapılar yapmak yerine özgün ve fonksiyonel içinde hayat olan heykeller tasarlamaktadır. Büyük ölçekli kamu binalarında bu heykelsi anlatımı ile büyük başarı kazanmıştır. Frank Ghery’ nin bilinen bina tasarımları arasında; Dans Eden Ev (Prag), Gehry Tower (Almanya), Guggenheim Müzesi Bilbao (İspanya), Pritzker Pavyonu (ABD), Walt Disney Concert Hall (ABD), DG Bank (Almanya)  bulunmaktadır.

Frank Ghery’ nin 1980 yılında ABD’de Santa Monica Place isimli alışveriş merkezi tasarımı 1989 yılında Pritzker Mimarlık Ödülü almıştır. Bina birçok dizi ve filme arka plan olarak eşlik etmiştir (Pretty in Pink, Terminatör 2 gibi). ,

İstanbul’u çok sevdiğini söyleyerek Yale Üniversitesi’ndeki öğrencilerini İstanbul’a getirip Ayasofya’yı gezdiren ve sıkı bir Mimar Sinan hayranı Frank OwenGehry’nin Türkiye’de adı uzun süre Suna ve İnan Kıraç

Vakfı’nın İstanbul Tepebaşı’nda bulunan arsaya da bir Sanat Projesi ya-

pacak olması ile anılmıştır. 2005’ de Tepebaşı’nda 14000 metrekarelik alanda yapılması planlanan henüz hayata geçirilememiş olan “Suna Kıraç Kültür Merkezi” projesi için “son işim” diye tanımlayan mimar üretmeye devam etmiştir.

2011 yılında tamamlanan Manhattan’da tasarladığı ilk gökdelen 8 Spruce Street GehryTower, orjinal adıyla Beekman Tower sürekli dönen cephe tasarımı ile yapının etrafında yer alan şirketlerin standartlaşmış ve birbirine çok benzeyen binalarına eleştirel yaklaşımlı konut projesi olarak tanımlanmaktadır.

Gehry’nin çoğu kez ayakta alkışlanan fakat bir o kadar da eleştirilen özellikle de mühendisler tarafından eleştirilen eğrisel formlar ile dekonstrüktivist çizgisini birleştirdiği yapıları mimari çevrelerin dışına çıkıp halkı hatta Hollywood yıldızlarını bile etkisi altına almaktadır. Örneğin; tasarım ve mimariye merakıyla ünlü aslen grafik tasarımcısı olan Brad Pitt’e bir çeşit mimari danışmanlık yapmıştır. Hatta İngiltere’de lüks bir toplu konut projesini birlikte yapmaları gündeme gelmiş, ancak Pitt’in işlerinin yoğunluğu sebebiyle proje henüz gerçekleşememiştir. Gehry birkaç yıl içerisinde aktörlüğü bırakacağını söyleyen Pitt’i yapmak istediği mimarlığa ısındırmaktadır.

Gehry’nin küçük bir çocuğun oyun oynamasını andıran yaratım süreci sayfaya anlaşılmaz bir şeyler karalamak, karton-makas-yapıştırıcı kullanıp üç boyutlu modeller yaratması The Simpsons’ın 16. sezon 14. bölümünde yer almasına neden olmuştur. Projelerini elle çizen, kartondan maketlerle çalışan, bilgisayar programı kullanmayan, ilerlemiş yaşına rağmen birçok genç mimarda olmayan yaratma tutkusuna, bakış açısına ve heyecana sahip mimar halen tüm dünyada pek çok alanda örnek gösterilmektedir.

1999′ da American Institute of Architects Gold Medal’ı alan malzeme ve biçimlerin usta mimarı diye adlandırılan Frank Ghery, son olarak Facebook CEO’su Mark Zuckerberg’in yeni kompleksi için anlaşmış bulunmaktadır.

dfot

 

Renklerin içinde kaybolmak…

31 Mayıs-1 Haziran tarihleri arasında süren Denver Tebeşir Festivali, her yıl olduğu gibi şehrin ünlü caddesi Larimer ve çevresini adeta bir tebeşir sanatı müzesine çevirdi.

Colorado eyaletinden iki yüzden fazla sanatçının katıldığı festivalde caddeler rengarenk sanat eserleriyle doldu. Sanatçıların  canlı bir müzik performansı sergilemesi gibi izleyenlerle bütünleşmesi, resim meydana çıktıkça duyulan heyecan ve paylaşım çok keyifli bir hafta sonu geçirmemize sebep oldu. Müzik, yemek, dans ve çeşitli etkinlikler festival havasını hepimize yaşattı. Katılımcılar profesyonel sanatçıların yanısıra amatörler ve sanat okulu öğrencileriydi. Çocuklar için de ayrı bir köşe düzenlenmişti. Miniklerin resimleri de oldukça eğlenceli ve yaratıcıydı. 3 gün boyunca zaman zaman hava şartları bozulsa bile şemsiyelerin altında resimler yapılmaya devam edildi. Festival sonunda süpürgelerin ucunda yok olacak olan bu sanata verilen emek, değer ve ciddiyet görülmeye değerdi. Umarım sizler de paylaştığım bu rengarenk dünyayı beğenirsiniz.

Tebeşir ile resim yapılması uzun saatler sürer ve göründüğü kadar basit değildir. İlk olarak sanatçı kalem ve kömür pastel kullanarak orantılı olarak orijinal resmin taslağını çizerek resme başlar. Sanatçı resmin katmanlarını yaratırken tebeşirle gölge, derinlik ve kontrast oluşturur. Akla gelen ilk şey, saatlerce süren uğraşıdan sonra resmin festival sonrasında yok olacağıdır, öyleyse bu uğraş nedendir? Aslında bu bir performans sanatıdır. Birçok sanatçı için, resim yapma sürecinde izleyenler ile kurulan diyalog bir resim yaratmak kadar tatmin edici olmaktadır. İnsanlar bir resmin oluşturulmasındaki bütün aşamaları, yaratılışından, renklendirilmesine, tasarım ve sonuca kadar tüm ilerleme aşamalarını festival süresince görebilirler.

Tarihsel olarak yerlere resim yapma sanatı, 16 yüzyıl Rönesansı’nda  İtalya’da sanatçıların kaldırımları tebeşir yardımıyla tuvale çevirmeleriyle sokak boyama sanatı olarak başlamıştır. Kiliselerin ön bahçelerinde, genellikle St.Mary’i resmettikleri için Madonnari olarak isimlendirilen bu sanatçılar, hem resim yaparak hem de harçlıklarını kazanarak seyahat ve özgürlüklerini elde ediyorlardı. Yüzyıllar boyunca Madonnari’ler İtalya’da şehirleri dolaşıp, tebeşir kullanarak her kaldırımı birer sanat eseri haline getirdiler. Çalışırken izleyenlerin bıraktıkları bahşişlerle veya beğenenlerin istedikleri resimleri çizerek geçimlerini kazandılar.   Ancak 2. Dünya Savaşı’nın zorlukları bu sanatçıların sayısını büyük ölçüde azalttı.  İtalya’da 1972’de Grazie di Curtatone isimli küçük bir kasabada ilk Uluslararası Sokak Boyama Yarışması’nın başlamasıyla bu sanat 400 yıl sonra tekrar ortaya çıktı ve yaygınlaştı. Bugün dünya çapında sanatçılar, yeni teknikler, yeni fikirlerle bu eski geleneği yaşatmaya devam ediyorlar. Yaz ayları boyunca dünyanın birçok yerinde, pekçok alanda yerleri boyama festivalleri düzenleniyor. Bunlardan biri de 2002 yılından beri süregelen Denver Chalk Festivali.  Festival, geleneksel eserlerin yanısıra modern parçalar, gerçeküstü tebeşir sanatı eserleri ve 3D resimlerle görenleri her zamanki gibi cezbetti.

Denver Tebeşir Festivali’nin bir özelliği de yeşili ve yeşil girişimciliği, nehirleri ve yaban hayatı koruması. Festival sonunda binlerce tebeşir kullanılarak yapılan herbir sanat eseri, özel sokak süpürgeleri kullanılarak temizlenmektedir.

Denver Tebeşir Sanat Festivali yeşil girişimi kucaklayan diğer yolları:

• Festival süresince kullanılan tüm karton, plastik ve camlar geri dönüşümlü.

• Festival süresince satıcılar geri dönüştürülmüş yemek takımı ve kağıt ürünleri kullanmakta.

• Gerekli güç kullanımını en aza indirdiği için dizel ile çalışan jeneratörler kullanılmış.

• Çok sayıda afiş ve malzemeleri geri dönüşümlü ve yeniden kullanılabilir olarak tercih edilmiş.

• Aynı zamanda çevre dostu olan sponsorlar ile çalışılmış.

 

dfot

 

 

İçi Dışı Bir, Samimi Tropikal Evler

Doğanın sesleri eşliğinde, çiçek, toprak ve yaprak kokuları Wile bezenmiş bir mekanda  duvar veya pencere gibi klasik yapı bölücüleri ile karşılaşmadan, içsel enerjinin kesintisizce uçuşarak dolaştığı bir ortamda güne uyanmak tropikal evlerde bir hayal ürünü değil doğal yaşam tarzının ta kendisidir. Sazlıktan yapılmış çatıların altına inşa edilen, ağaç kütükler ve taş sütunlar üzerinde yükselen bu evler duruşları ile adeta nefes alan bir canlıdır.

 

Açık olarak planlanmış, yaşam odalarının iç içe geçtiği, sadece panel bölmeler ile separe edilmiş mekanlarında iç ve dış mekan tasarımı birbirinin tamamlayıcısıdır. Ruhsal enerjinin bloke olmadan adeta uçuşarak dolaştığı bu evler “işte tam burada yaşamalıyım, benim yaşam tarzım bu olmalı dedirtir insana”.

Pratik ve fonksiyonel bir yaşam stili amaç edinilerek kurgulanan tropik evlerde gün ışığı ve taze hava müdahale edilmeden  doğal hali ile kendi yolunu bulur. Yaratılan birçok alternatifli oturma köşesi günün farklı saatlerinde evin farklı bölgelerinde vakit geçirme imkanı sunar.  Geceleri ise arı peteğinden yapılma mumların ışığı altında aydınlanan veranda ve balkonlarda elektriğin ve teknolojinin uğultusundan uzak olmak ise ayrı bir ruhsal terapi kaynağı olur. Elbette bu evler ilkel toplumlar tarafından inşa edilirken böylesine bir amaç güdülerek tasarlanmamıştı. Fakat içimizdeki geçmişe dönme ve huzura kavuşma isteği Güney Asya’ nın şimdi çoğu tatil mekanı olarak kullanılan tropikal evlerini popüler ve rüyası gezi mekanları haline dönüştürür. Bazıları için ise bu güzellikleri en doğal hali ile yaşayan ülkelere modern dünyadan göç ettirtir, hayatının geri kalan kısmını geçirecek ülkeler olurlar. İngiliz iç mimar Linda Garland buna güzel bir örnek. Garland 1970 lerde seyahat amacı ile geldiği Bali’de yaşamını sürdürmeye karar verir ve zaman içinde ismi bambunun kraliçesi olarak anılmaya başlar. Doğanın sunduğu zengin malzemeleri ve bambuyu kullanarak tasarladığı mobilyalar ve tropikal iç dekorasyon stili ile dünya jet setinin en favori tasarımcılarından biri olur.

Endonezya’nın Bali bölgesi içinde iç ve dış mekanın içiçe geçtiği eşsiz birçok tropikal evi barındırır. Pirinç tarlalarının zengin su yataklarının bulunduğu manzaralar çoğu tropikal evde yeniden hayat bulur. Bahçeleri dereler, göletler  ve havuzlar  ile buluşan evler Bali’nin doğası ile organik bir bağ kurar. Ana bina ve çevresinde küçük kulübeler ile genişletilen yaşam mekanları bambu köprüler ve taş geçişler ile birbirlerine bağlanırlar. Zengin bir fauna ya sahip tropikal ormanların geniş yapraklı muz, kokonat gibi ağaçları ise evlerin içine kadar uzanır ve doğal gölge yaratır. Bu adeta  yeşil bir şemsiyedir. Javanese  stili ağaçların ve sazlık çatıların altında, tik döşemelerin üzerinde, koloniyel tarzda rattan ve ahşap mobilyalar eşliğinde, pamuklu yastıklar, cibinlikler, keten döşemeler ile rahatın en üst düzeye ulaştığı samimi bir  yaşam imkanını sunar. Yağmur ormanının altında ıslanırcasına dışarıda bitkilerin arasında alınan duşlar, taş lavabolar, camsız, penceresiz  banyolar hepsi mekânsal terapinin bir parçasıdır tropikal evlerde.

Hindu ve Budist inançların efsanevi sembolleri ve karakterleri ile yaratılan sanat eserleri ve objeler ile dekore edilen köşeler kırsal yaşam tarzındaki bu evlere dahil olunca çok yönlü Asya kültürünün spiritüel kimliğini mekanlara taşırlar. Karakterleri ile yaratılan sanat eserleri ve objeler ile dekore edilen köşeler kırsal yaşam tarzındaki bu evlere dahil olunca çok yönlü Asya kültürünün spiritüel kimliğini mekanlara taşırlar.

Sıcak ülkelerin renkli ve doğal yapısını yansıtan Tropikal evlerin ekolojik duruşları ile de günümüz modern mimarisine örnek olması gerektiği kanısındayım. Sonuç olarak hangimiz sıra sıra dizilmiş beton kuleler yerine bu samimi, doğal evlerde yaşamayı tercih etmez ki?