organik mimari

Var olmayan Ev “The Vandamm Konutu”

Selam… Bu ay yazarımız iyice coşup Van Damme filmi yazmış demeyin… Bu Vandamm başka Vandamm!!! Ocak sayımızda oldukça eskilere uzanıp 1959 yılı yapımı gerçek bir Amerikan klasiğine el atıyoruz: Alfred Hitchcock’un meşhur uçak kovalamaca sahnesi ve elbette muhteşem eviyle belleklere kazınan filmi North By Northwest’e… Bu arada film 1962 yılında ülkemizde oynadığında “Gizli Teşkilat” adıyla oynamıştı. Zamanında üç milyon dolar bütçe ile çekilen film, dünya çapında 22 milyon dolar hasılat yaparak oldukça da karlı bir iş olmuştu. Bilen zaten konuyu ezbere bilir ama hatırlamakta fayda var… Efsanevi gerilim filmleri yönetmeni Alfred Hitchcock’un en önemli yapıtlarından biri olan “Gizli Teşkilat” yanlış zamanda yanlış yerde bulunan bir adamın hikayesi özünde… Yanlışlıkla George Kaplan adında bir casusla karıştırılan Roger O. Thornhill (Cary Grant) biraz dalaverici bir işadamıdır. Thornhill, Leonard (Martin Landau) ve Vandamm (James Mason) isimli yabancı casuslar tarafından kaçırılır. Vandamm’ı suçsuz olduğuna defalarca ikna etmeye çalışsa da başarısız olan Roger tam öldürülecekken kaçmayı başarır. Bu kaçışa çok sinirlenen Vandamm, bir Birleşmiş Milletler görevlisinin öldürülmesinin sorumluluğunu Roger’ın üzerine yıkmayı başarır. Artık Roger hem Vandamm ve işbirlikçilerinden, hem de yerel polisten kaçmaktadır. Kaçak Roger, Eve (Eva Marie Saint) isminde güzel bir kadınla tanışır ve aralarında bir ilişki başlar. Oysa Eve göründüğünden çok daha farklı bir kadındır. Roger kaçışı süresince hem Amerikan hükümetinin operasyonları hem de Vandamm’ın hakkında giderek daha fazla şey öğrenir. Şimdi hem Vandamm ve adamlarının yürüttükleri operasyonun esrarını çözmek hem de masum olduğunu kanıtlamak zorundadır… North-by-Northwest hem gerilim sinemasının hem de Hitchcock’un başyapıtlarından biri olarak sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmış bir klasik… Cary Grant’ın canlandırdığı Roger’ın film boyunca suçsuzluğunu ispat etme çabalarını neredeyse onunla aynı sıkıntıyı yaşayarak (adeta boğularak) yaşarsınız. Hitchcock sinemasının temel unsurlarından biri olan ve örümceğin ağ örmesi misalı adım adım tırmanan gerilim sizi daha ilk karelerden itibaren eline geçiriverir. Filmi izlerseniz görsel efektler ve aksiyon sahnelerinin 1959 yılına göre zamanının ne kadar ötesinde olduğu gerçeğini aklınızdan çıkarmamanızı rica edeceğim. Peki bu ay neden bu kadar eski püskü bir film olan North-by-Northwest? Çünkü elbette, tabii ki ve şüphesiz harika bir ev var filmde! Filmin çekildiği yıllarda modern mimarinin tartışmasız “maestrosu” Frank Lloyd Wright’ın mimari tasarımları adeta bir fırtına gibi esmekteydi. Ve hemen hemen 1959 yapımı filmi izleyen herkes, filmde Rushmore Dağı’nın tepesindeki tasarım harikası evin de Wright’ın eseri olduğuna inanır. İşin komiği bu gün ne ortada böyle bir ev var (çünkü tamamı bir set!) ne de evin tasarımı Writh’a aittir! İlginç değil mi? Şimdi biraz daha detaya inelim…   Filmi çeken MGM Stüdyosu ve ünlü yönetmen Alfred Hitchcock zamanının ötesinde bir işe imza atmak isteğiyle yola çıkarlar ve gerilim dolu senaryoyu daha parlatacak modern bir ev tasarımı için Frank Lloyd Writh’ın kapısını çalarlar. Daha önce de Warner Stüdyo’ları başka bir proje için (Fallingwater adında Wright tasarımları peşinde koşan modernistin bir mimarın hikayesi… Bu arada “Fallingwater” hem Writh’ın hem de “organik mimari”nin magnum opus’u yani başyapıtı tasarımıdır. İçinden “şelale geçen ev” desek bu yakıştırma için yeterli olur mu?) usta mimarla anlaşmaya çalışmış fakat Hollywood standartlarına göre bile mimarın istediği astronomik ücret nedeniyle proje gerçekleşememiştir. Rakamı tam bilemiyoruz ama şöyle bir şey rivayet edilir. Stüdyo, yüzde on isteyen mimara isteğinin yüksek olduğunu yine de karşılıklı görüşmelerde pazarlıklıkla halledilebileceğini iletir. İstenen rakam stüdyo tarafından set tasarımı bütçesinden karşılanacaktır. Cool mimarımız şöyle bir yanıt verir. Yüzde on ile kastettiğim set bütçesinin değil filmin tüm bütçesinin yüzde onuydu der! Şöyle düşünün 1959 yılında 10 milyon dolarlık filmde 1 Milyon dolardan bahsediyoruz. Günümüz blockbusterlarında 50 milyon 100 milyon bütçede 5 ila 10 milyon dolardan bahsediyoruz… Neyse iş bu şekilde kilitlenince MGM set tasarımcıları Robert Boyle, William A. Horning, Merrill Pye, Henry Grace ve Frank McKelvey ellerinden gelenin en iyisini yaparak hayret verici bir şekilde Writhvari bir şahesere imza atarlar. Vandamme Evi’ne… Uzman gözler dışında neredeyse kimsenin ayırt edemeyeceği kadar Writhvari bir tasarıma sahip Vandamme Konutu, Rushmore Dağı’nın tepesine konumlandırılır. Tamamen Frank Lloyd Writh ruhuna sadık taş, cam ve beton unsurların harmonisi evin tüm dokusunda hissedilir… Acaba gerçekten ev orada mıdır ve o doku hissedilir mi? Hayır! Bir kere filmin can alıcı final bölümünün geçtiği ve doğal park alanı olan Rushmore Dağı’nın tepesine değil ev kurmak, bir çivi bile çakmak söz konusu olamaz! Ayrıca teknik, lojistik vb. nedenlerle böyle bir konuma ev kurmak büyük maliyet demektir. Sonuçta ev MGM’in Culver City’deki stüdyolarına kurulur. Sonrasında Hitchcock’un yönetmenlik dehası ve görsel efekt ekibinin başarıları sayesinde, izleyicilere film boyunca Vandamme Evi’ni Rushmore Dağı’nın muhteşem manzarası önünde gerçekmişçesine seyretmek düşer. Öyle ki kireçtaşı duvarların çoğu taş bile değil plasterdir, evin çekim yapılan pek çok planında camlarda cam bile yoktur. Yansıma gerektiğinde özel yansıma efektleri kullanılır. Kısaca North-by-Northwest’in muhteşem evi Vandamme Konutu gerçek Hollywood rüyasına en iyi örneklerden biri olarak sinema tarihinin altın yaldızlı bir sayfasına yazılır. Biraz da her yerinden lüks fışkıran bu modern evin dekorasyonundan bahsedelim… Evin oturma odası filmin geneline hakim olan şık modernizmden nasibini alır ve 1958 yılının en moda objeleri ile şık ama sade bir şekilde döşenmiştir. Modern İskandinav tasarımı mobilyalar, Çin sanat eserleri ve erken dönem Kolombiya heykelsi figürleri ile zenginleştirilen dekorasyon yerde Yunan flokati halıları ile tamamlanır. Ehh bu kadar maceralı bir tasarım sürecinden sonra bu evi Frank Lloyd Writh’in mimari mirasına dahil edip etmemeyi size bırakıyorum sevgili okurlar. Önümüzdeki aya dek iyi seyirler ve iyi evler…

 

Orhan Meriç

dfot
 

Aylar geçti, mevsimler döndü; yarı yaz yarı sonbahar karmaşık duyguların ayı Eylül geri geldi. Tıpkı bu ayki filmimizdeki gibi.

Bu ay size mütevazı (geçen ayki oldukça şaşalı Muhteşem Gatsby’nin aksine!) ama derli toplu çekilmiş ve nispeten ana akım sinemaya daha mesafeli bir filmden bahsedeceğim. Farklı özellikleri ile öne çıkan filmimiz 2009 yapımı A Single Man. Ülkemizde vizyona çıktığı adıyla Tek Başına Bir Adam.

Film her şeyden önce bir roman uyarlaması. Christopher Isherwood’un aynı adlı romanından beyaz perdeye aktarılmış. O yüzden size filmin konusunu romanın konusu üzerinden aktarmaya çalışacağım. Zira film gerçekten sadık bir uyarlama.

Christopher Isherwood, en önemli romanlarından biri olarak kabul edilen Tek Başına Bir Adam’da, yalnız bir erkeğin bir gününü anlatıyor. Romanın odağında George var: O bir eşcinsel, Amerika’da yaşayan bir İngiliz, 1960’larda hızla bir tüketim toplumuna dönüşen yabancı bir ülkede edebiyat profesörü ve genç öğrencilerin arasında orta yaşın eşiğinde biri olarak gerçekten tek başına bir adam.

Isherwood’un bakış açışı, George’un her hareketini adeta bir kamera gibi (film o yüzden çok iyi zaten) gün boyunca yakından takip eder. Sabah uyanıp yaşamakta olduğu toplum içinde oynayacağı rol için güne hazırlanışını, pek çok Amerikalı gibi arabasıyla işine gidişini, üniversitedeki derslerini, öğrencileriyle olan ilişkilerini ve tek gerçek dostu olan Charlotte’la (Julian Moore) birlikte geçirdiği akşamı.

George’un, trajik bir şekilde trafik kazası sonucu kaybettiği erkek arkadaşı için tutmakta olduğu yas ve Isherwood’un o yılların Amerikan toplumuna dair enteresan tespitleri bütün bu olaylara roman (ve dolayısıyla film) boyunca eşlik eder. Gün geceye dönerken, George’u hiç ummadığı bir sürpriz, okuyucuyu ve izleyiciyi de unutulmaz bir son beklemektedir.

 

Filmin oyuncu kadrosunda Colin Firth, Julian Moore, Matthew Goode ve Nicholas Hoult yer alıyor. Bu filmdeki rolü ile Venedik Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazanan Colin Firth, daha sonra da En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar’a aday gösterilmişti. Firth’ün oyunculuğu mükemmel; Julianne Moore da kısa rolüne rağmen bence harika bir iş çıkarmış.

Fark ettiniz mi?  Yazılarımın başında her zaman o ay ki filmin yönetmenin kim olduğundan bahsederim. Çünkü bir filmin izleyiciyi yakalaması ve bir tarzı ile ruhu olmasını sağlayan yönetmendir.

Bu film için bir istisna yaptım ve yönetmeni sona sakladım. Kim mi yönetmen? Tom Ford Evet, o… Ünlü moda tasarımcısı Tom Ford! Şaka değil gerçek. Hatta ilk uzun metraj denemesi olduğu için Tom Ford’un finansmanını da bizzat karşıladığı bu filmdeki yönetmenlik performansı şaşırtıcı derecede üstün nitelikler taşıyor. Film yapısı itibarıyla zor bir konuyu kasvetli ve karanlık bir atmosferde anlatıyor… Ancak Ford kendi cinsel kimliği sebebiyle de olsa gerek romana ve filme o kadar hâkim ki yarattığı atmosfer, karakterler, mobilyalar, yaşam alanları ve şüphesiz kostümlerle deyim yerindeyse romanı bir basamak yukarıya taşıyor. Lafı dolandıra dolandıra nihayet dergimizi ilgilendiren bölümlere ulaşabildim, oh! Evet, “Tek Başına Bir Adam” ın nefis bir tarza sahip evine. Dönemin ruhunu ayna gibi bizlere yansıtan modern Kaliforniya mimarisinin bu nadide örneğinin mimarı John Lautner.

 

Hani size Lethal Weapon 2 (Cehennem Silahı 2) filmini yazdığım ay “elbet tekrar karşılaşırız başka bir yazıda” dediğim ünlü mimar Lautner. “Schaffer Residence” olarak da bilinen bu filmdeki ev, Lautner’in çalışanlarından birinin annesi için 1949 yılında inşa edilmiş.

Amerikalı mimar John Edward Lautner (16 Temmuz 1911-24 Ekim 1994) modern mimarinin adeta Tanrısı Frank Lloyd Wright’ın yanında geçirdiği çıraklık döneminin de etkisiyle  Organik Mimari’nin Güney Kaliforniya’daki en yetkin örneklerini verdi. Hayatı boyunca 200’ün üzerinde proje tasarlayan Lautner insana dair tasarımlar ile uzay çağının tasarımlarını; ileri mühendislik ile birleştirmeye özen gösterdi. Ne yazık ki büyük binalar için tasarladığı pek çok proje uygulama şansı bulamadı. Uygulama şansı bulan pek çok binası da bu gün ortadan kalkmış durumda. Ne mutlu ki insan yaşamına dair tasarladığı cesur ev projeleri korunmuş. Bu sayede günümüz kuşakları onun mimari dehasını görme şansını elde etmiş durumda. Lautner’in tasarladığı ev, Verdugo Dağlarının eteklerindeki ormanlık bir vadide gizlenmiş adeta bir dünya mirası. Sekoya, beton ve camın doğal araziyle ve evin baktığı (ve etkilendiği) meşe ormanıyla yakaladığı uyum ve form göz kamaştırıcı. Açık plana sahip yaşam, yemek ve dinlenme alanlarının yanı sıra evin 2 odası, 1,5 banyosu, çamaşırhanesi ve iki arabalık bir garajı var. Evin atmosferini filme uyarlamak için eli değen yapım tasarımı ekibinin “Mad Men” dizisindeki aynı ekip olduğunu söylersem ne kadar iyi bir iş çıkardıklarını tahmin edebilirsiniz. 60’ların modern, sade ve işlevsel tasarımları tepeden tırnağa her yerde karşımıza çıkıyor. Son Not: Filmde George’un ziyarete gittiği kız arkadaşı Charley’nin (bir eşcinsele aşık güzel bir kadının dramı kısmına hiç girmiyorum!) evine de alıcı gözle bakmanızı öneririm. O da bir renk ve tasarım harikası!

İşte böyle…Sonbahar rüzgârının etkisini daha da hissettireceği Ekim ayı bakalım bize nasıl bir film ve ev getirecek?

dfot

 

Frank Lloyd Wright

Dünyanın gelmiş geçmiş en önemli mimarları arasında olan Frank Lloyd Wright’ı okumak ve tanımak için mimar olmak şart değildir.  Wright’ın yaşama yaklaşımı ve düşünceleri, kendine yatırım yapan tüm görüşlere farklı bir bakış açısı katacaktır.

“Yaşım ilerledikçe yaşam benim gözümde daha da güzelleşiyor. Dünyanın güzellikleri, insanlara da geçip yansır. Güzelliğe budalaca sırt çevirenler sonunda onsuz kalırlar; yaşamları yoksullaşır. Ama güzelliğe akıllıca yatırım ya¬parsanız, onu tüm yaşamınız boyunca yanınızda, yörenizde bulursunuz.” Frank Lloyd Wright

 

Yirminci yüzyılın en üretken ve çok yönlü mimarlarından biri olan Amerikalı Frank Lloyd Wright  8 Haziran 1867’ de Wisconsin’de Richland Center’ da doğmuş, 9 Nisan 1959’ da Arizona’da Phoenix’ de ölmüştür.

Ortaöğrenimini Madison’ da 1883’ de tamamlamıştır. 1885-1887 arasında Wisconsin Üniversitesi ‘nde Mühendislik eğitimi sırasında ünlü tasarımcılarla çalışarak, profesyonel deneyim kazanmaya başlamıştır. 1887’de Chicago’ya gittikten sonra D.Adler ile L.H.Sullivan’ ın bürosuna yardımcı mimar olarak girmiştir. Planlama ve tasarım bölümü yöneticiliğine geldiği bu büroda 1893 ‘e kadar çalışmıştır. 1909’ da bir Avrupa turuna çıkmış, 1911’ de ülkesine döndükten sonra Wisconsin’ de serbest mimarlığa başlamıştır.

1912’ de bürosunun Chicago şubesini açmıştır.1915’ de Tokyo’ da yapacağı bir otel nedeniyle Japonya’ ya gitmiştir. 1920 ‘ye kadar kaldığı bu ülkenin sanatıyla ilgilenmiş ve ( bugün Boston Güzel Sanatlar Müzesi’ nde Spaulding Koleksiyonu adıyla saklanan ) baskı resimler toplamıştır. Ülkesine döndükten sonra 1928’ e kadar California’ da, La Jolla’ da kalmıştır. 1929’ da bürosunu Arizona’ daki Ocatillo’ ya taşımıştır. Ölümüne kadar Wisconsin ve Arizona’ da çalışmalarını sürdürmüştür.

70 yıldan uzun bir süre çalışmış ve 400’ü inşa edilen 1000 kadar bina tasarlayan, çeşitli tarzlarda çalışan, materyal ve mimari form kullanımında çok yaratıcı olan Wright karışık etkilerin bulunduğu bir ülkede mimarlık yapmıştır. O yıllarda Avrupa mimarlığından gelen özellikler, özgün birleşimlere ulaşamadan teknolojik ve endüstriyel ilerlemelerin etkisiyle yerleşimi yeni bir yaratma alanına, Chicago okulu adlı akımın kimi çağdaş mimarlık ilkelerini uygulamaya başladığı gökdelen mimarlığına bırakmıştır. Bu akım içinde mimarlığa başlayan Wright, kendi özgün mimarlık anlayışını geliştirmiş, Chicago Okulu’ nun geri plana itilmesinden sonraki uygulamalarıyla, Le Corbusier, W. Gropius ve L. Mies van der Rohe ile birlikte 20. Yy mimarlığını en çok etkileyen dört mimardan biri olmuştur.

Wright yapılarıyla olduğu kadar düşünceleriyle etkili olmuş, mimarlığa ilişkin görüşlerini güçlü kalemiyle dile getirmiştir. Yapının bir ağaç gibi, yani yaşayan, organik, çevresi ve işlevleriyle uyumlu bir bütün oluşturmasını sağlayacak koşulların araştırılması gerektiğini söylemiştir. Kitaplarında ülkesine özgü özgürlük, demokrasi, iktisadi düzen ve toplumsal yaşama biçimlerini savunmuş, bunlara uygun bir mimarlığın oluşturulmasını istemiştir. Cam eşya, otomobil gibi endüstri tasarımı konuları üstünde çalışmış, bir süre de bir derginin kapağını hazırlamıştır.

Wright gerek çok sayıdaki uygulamaları, gerek düşünceleriyle 20. YY’ ın ilk yarısındaki en etkili mimarlardan biri olmuştur. 1910 yılında yapıtlarını Avrupa’ da tanıtan iki kitap, başta W.Gropius olmak üzere çağdaş mimarlığın önde gelen temsilcilerini etkilemiş, onların yeni düşünceler geliştirmesine yol açarak daha sonra Uluslararası üslup olarak adlandırılacak yaklaşımın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Wright, bir okul gibi gördüğü işliğinde pek çok mimar çalıştırmış, düşüncelerini izleyen öğrenciler yetiştirmiştir.

‘Bir yapı yalnızca var olunacak bir yer değildir, bir var olma tarzıdır’ diyen ünlü mimarın mimarlık tarihine etkileri dokunmuş birkaç projesini inceleyelim:

 

William H. Winslow evi

River Forest, Illinois (1893)

Highland Park evi

Illinois (1902)

Şelale Evi (1936)

Johnson Wax apartmanı (1939)

Guggenheim Müzesi New York (1956-1959)

 

Wright, 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin kırsal yaşam yaygınlaşmasının ustası olarak görülmüştür.

İlk yapıtları; Özgün üslubuna ulaştığı 1900’ den sonra, adını ABD’ deki ağaçsız kırları anlatmada kullanılan prairie sözcüğünden ve Wright’ ın 1901’ de Ladies Home Journal’ da yayımladığı ‘’ A House in a Prairie City ‘’ ( Kırlık Yöredeki Bir Kentte Bir Ev ) adlı yazıdan alan bir dizi konut tasarımı gerçekleştirmiştir. Dışarı taşan saçaklar ve pencere dizileriyle yatay çizgileri vurgulayan bu konutlar, onun ilk önemli yapıları olmuştur.  Evlerin X, L ya da T biçimindeki planları çeşitli konut işlevleri arasında serbest bir mekan akışı sağlamaktadır. Bunlar yalın ve süslemesizdir. Aralarında Willits, Heurtley, Martin, Glasner, Coonley, Roberts,Gale ve Robie evleri en önemlileridir. Wright bu yıllarda konut dışında kalan işlevlerde beton kullanmaya başlamış, dışavurumcu bir anlayışla kullanılan yeni yapı gereçleriyle en az ‘’ prairie evleri ‘’ kadar etkili olmuşlardır.