materyal

dfot

 

Frank Lloyd Wright

Dünyanın gelmiş geçmiş en önemli mimarları arasında olan Frank Lloyd Wright’ı okumak ve tanımak için mimar olmak şart değildir.  Wright’ın yaşama yaklaşımı ve düşünceleri, kendine yatırım yapan tüm görüşlere farklı bir bakış açısı katacaktır.

“Yaşım ilerledikçe yaşam benim gözümde daha da güzelleşiyor. Dünyanın güzellikleri, insanlara da geçip yansır. Güzelliğe budalaca sırt çevirenler sonunda onsuz kalırlar; yaşamları yoksullaşır. Ama güzelliğe akıllıca yatırım ya¬parsanız, onu tüm yaşamınız boyunca yanınızda, yörenizde bulursunuz.” Frank Lloyd Wright

 

Yirminci yüzyılın en üretken ve çok yönlü mimarlarından biri olan Amerikalı Frank Lloyd Wright  8 Haziran 1867’ de Wisconsin’de Richland Center’ da doğmuş, 9 Nisan 1959’ da Arizona’da Phoenix’ de ölmüştür.

Ortaöğrenimini Madison’ da 1883’ de tamamlamıştır. 1885-1887 arasında Wisconsin Üniversitesi ‘nde Mühendislik eğitimi sırasında ünlü tasarımcılarla çalışarak, profesyonel deneyim kazanmaya başlamıştır. 1887’de Chicago’ya gittikten sonra D.Adler ile L.H.Sullivan’ ın bürosuna yardımcı mimar olarak girmiştir. Planlama ve tasarım bölümü yöneticiliğine geldiği bu büroda 1893 ‘e kadar çalışmıştır. 1909’ da bir Avrupa turuna çıkmış, 1911’ de ülkesine döndükten sonra Wisconsin’ de serbest mimarlığa başlamıştır.

1912’ de bürosunun Chicago şubesini açmıştır.1915’ de Tokyo’ da yapacağı bir otel nedeniyle Japonya’ ya gitmiştir. 1920 ‘ye kadar kaldığı bu ülkenin sanatıyla ilgilenmiş ve ( bugün Boston Güzel Sanatlar Müzesi’ nde Spaulding Koleksiyonu adıyla saklanan ) baskı resimler toplamıştır. Ülkesine döndükten sonra 1928’ e kadar California’ da, La Jolla’ da kalmıştır. 1929’ da bürosunu Arizona’ daki Ocatillo’ ya taşımıştır. Ölümüne kadar Wisconsin ve Arizona’ da çalışmalarını sürdürmüştür.

70 yıldan uzun bir süre çalışmış ve 400’ü inşa edilen 1000 kadar bina tasarlayan, çeşitli tarzlarda çalışan, materyal ve mimari form kullanımında çok yaratıcı olan Wright karışık etkilerin bulunduğu bir ülkede mimarlık yapmıştır. O yıllarda Avrupa mimarlığından gelen özellikler, özgün birleşimlere ulaşamadan teknolojik ve endüstriyel ilerlemelerin etkisiyle yerleşimi yeni bir yaratma alanına, Chicago okulu adlı akımın kimi çağdaş mimarlık ilkelerini uygulamaya başladığı gökdelen mimarlığına bırakmıştır. Bu akım içinde mimarlığa başlayan Wright, kendi özgün mimarlık anlayışını geliştirmiş, Chicago Okulu’ nun geri plana itilmesinden sonraki uygulamalarıyla, Le Corbusier, W. Gropius ve L. Mies van der Rohe ile birlikte 20. Yy mimarlığını en çok etkileyen dört mimardan biri olmuştur.

Wright yapılarıyla olduğu kadar düşünceleriyle etkili olmuş, mimarlığa ilişkin görüşlerini güçlü kalemiyle dile getirmiştir. Yapının bir ağaç gibi, yani yaşayan, organik, çevresi ve işlevleriyle uyumlu bir bütün oluşturmasını sağlayacak koşulların araştırılması gerektiğini söylemiştir. Kitaplarında ülkesine özgü özgürlük, demokrasi, iktisadi düzen ve toplumsal yaşama biçimlerini savunmuş, bunlara uygun bir mimarlığın oluşturulmasını istemiştir. Cam eşya, otomobil gibi endüstri tasarımı konuları üstünde çalışmış, bir süre de bir derginin kapağını hazırlamıştır.

Wright gerek çok sayıdaki uygulamaları, gerek düşünceleriyle 20. YY’ ın ilk yarısındaki en etkili mimarlardan biri olmuştur. 1910 yılında yapıtlarını Avrupa’ da tanıtan iki kitap, başta W.Gropius olmak üzere çağdaş mimarlığın önde gelen temsilcilerini etkilemiş, onların yeni düşünceler geliştirmesine yol açarak daha sonra Uluslararası üslup olarak adlandırılacak yaklaşımın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Wright, bir okul gibi gördüğü işliğinde pek çok mimar çalıştırmış, düşüncelerini izleyen öğrenciler yetiştirmiştir.

‘Bir yapı yalnızca var olunacak bir yer değildir, bir var olma tarzıdır’ diyen ünlü mimarın mimarlık tarihine etkileri dokunmuş birkaç projesini inceleyelim:

 

William H. Winslow evi

River Forest, Illinois (1893)

Highland Park evi

Illinois (1902)

Şelale Evi (1936)

Johnson Wax apartmanı (1939)

Guggenheim Müzesi New York (1956-1959)

 

Wright, 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin kırsal yaşam yaygınlaşmasının ustası olarak görülmüştür.

İlk yapıtları; Özgün üslubuna ulaştığı 1900’ den sonra, adını ABD’ deki ağaçsız kırları anlatmada kullanılan prairie sözcüğünden ve Wright’ ın 1901’ de Ladies Home Journal’ da yayımladığı ‘’ A House in a Prairie City ‘’ ( Kırlık Yöredeki Bir Kentte Bir Ev ) adlı yazıdan alan bir dizi konut tasarımı gerçekleştirmiştir. Dışarı taşan saçaklar ve pencere dizileriyle yatay çizgileri vurgulayan bu konutlar, onun ilk önemli yapıları olmuştur.  Evlerin X, L ya da T biçimindeki planları çeşitli konut işlevleri arasında serbest bir mekan akışı sağlamaktadır. Bunlar yalın ve süslemesizdir. Aralarında Willits, Heurtley, Martin, Glasner, Coonley, Roberts,Gale ve Robie evleri en önemlileridir. Wright bu yıllarda konut dışında kalan işlevlerde beton kullanmaya başlamış, dışavurumcu bir anlayışla kullanılan yeni yapı gereçleriyle en az ‘’ prairie evleri ‘’ kadar etkili olmuşlardır.

 

dfot

 

Sandberg

İsveç duvarkagıdı ve tekstil sanatı

Sandberg markasının konsepti, alıcılara çevrelerini kişiselleştirme şansı verecek niteliklerde duvar kağıtları tasarlamak ve kumaşlar üretmek.

Güzel bir ev hayali kuran herkese yardımcı olmayı amaç edinen firme resepsiyon alanları, ofisler, otel ve konukevleri gibi ortak alanlarda da duvar kağıdı ve kumaş koleksiyonları ile mekan bütünlüğünü sağlıyorlar. Çevreye zarar verebilecek ya da alerjik herhangi bir materyali asla kullanmıyorlar.Sadece sürdürülebilir materyal ve üretim metodları ile florokarbon, pvc, renklendirilmiş plastik içermeyen ürünler yaratıyorlar. Su haricinde hiçbir çözücü maddeyi fabrikalarına bile sokmuyorlar.

Sandberg tasarım stüdyosu Göteborg’da. Tasarımcılar inovatif renk ve stilleri, klasiklerle kombine ederek, yarının klasiklerine imza atıyorlar. İlhamlarını, kitaplarsan, seyahatten, doğadan, sergilerden alıyor,  kısaca çevrelerindeki her şeyden etkiler taşıyan ürünler meydana getiriyorlar. Prodüksiyon mühendisleri ve renk uzmanlarıyla her koleksiyonun, deneme baskıları alındıktan sonra üretim aşamasına geçilmesine dikkat ediliyor.

Tüm çizimleri el ile yapıyorlar. Bunun sebebi teknolojiye asla karşı olamları değil, kağıt üzerinde müdahale edilen çizimlerde çok daha iyi sonuç alındığını bugüne kadar deneyimlemişler. Firma İsveç’in çok önemli iç mimarlarıyla çalışmalar yapıyor. Projelerini bu deneyimli snaatçılarla uygulayarak olası en mükemmel sonucu elde ediyorlar. Böylece marka sürecin başlangıçtan bitişe kadar profesyonel ilerleyişini garantilemiş oluyor.


dfot

dfot

 

Bayern Munich’li genç golcü Bobby Dekeyser, 1990’da tedavi gördüğü hastanedeki yatağında aniden profesyonel spor hayatını bırakıp, hep hayali olan girişim “DEDON” markasını oluştumaya karar verir. Geçen 20 yıl içerisinde Marka, dünyanın önde gelen outdoor markalarından biri haline gelir. Tasarım ve kalite standartları bugün halen gelişmeye devam etmekte. Dedon’un bugün geldiği nokta, tabii ki hastanede o gün başladığı yerden çok ileride. Başlangıçta, Dekey’in aile üyeleri ve sevdiği arkadaşlarıyla güzel işler yaratmak arzusuna dayanıyordu yalnızca.

 

DEDON’un ilk zamanları kullanılacak materyallerin keşifleriyle geçmiş. Dış kullanım için uygun ve aynı zamanda da etkileyici malzemeler keşfetmişler. 1991’de bir ticaret fuarında, Filipinli bir girişimcinin ürünleri sayesinde rattan malzemeyle tanışmışlar. Hemen Cebu adasına gidip kendisiyle işbirliği yapmışlar. 6 ay sonra DEDON  resmi olarak kurulmuş.

 

Dekeyser ailesi, DEDON markasının büyümesiyle artık kuzeye taşınmaya karar vermişler. Hamburg’ta 200 yıllık bir çiftlik evini gece gündüz çalışarak, iş bölümüyle 3 yıl içinde yenilemişler.

DEDON’un ilk yıllarında attığı adımlar oldukça değişkenlik göstermiş, çok fazla çaba ve emek göstermişler. Kararlılık, güven, esneklik ve yeni fikirlere açık olmalarıyla, tüm engellere ragmen takım olarak büyük bir uyum yakalamışlar. Sonunda 2000 yılında çok sayıda tedarikçininde işbirliğiyle DEDON artık büyük bir fabrika olma safhasına gelmiş.

 

Tasarımcı Richard Frinier marka için original koleksiyonlar üretiyormuş. Artan siparişlerle beraber Filipinlerde daha büyük bir fabrika açmışlar. Artık bu küçük aile şirketi uluslararası çalışan ve satış ofisleri açmaya devam eden bir firma haline gelmiş.

Bugün firma 20 yaşında ve 3000 kişilik bir ekibe sahip. 80’den fazla ülkede koleksiyonların satışı yapılıyor. Philippe Starck, Jean-Marie Massaud ve Bruce Weber gibi tasarımcılar Dedon’a özel koleksiyonlar hazırlıyorlar.

Kısacası saygı, sevgi, güven ve iyimserlikle gerçekleşmiş bir başarı öyküsü DEDON.

dfot

dfoit_mayis

 

 

 

  • inovasyon
  • evrim
  • renk

2014 Salone del Mobile’de sunulan koleksiyonlarının üç temel çıkış noktası inovasyon, evrim ve renk. Uzun yıllara dayanan bir geleneğe ve de teknik bilgiye sahip köklü bir şirket Emu. Kaliteyi elegansla birleştiren ve her türlü yaşam tarzına uygun olabilmesi için farklı materyallerin birlikte kullanımıyla çözüm üreten, stil evrimini çoktan başlatmış ve geliştirmekte olan köklü bir marka.

Emu 1951’de İtalya’nın Umbria bölgesinde kurulmuş. Metal işçiliğinde çok fazla deneyim ve yeteneğin sonucunda geldikleri nokta tesadüf değil. Teknolojiye yaptıkları bilnçli yatırımlar sayesinde 80’ler ve 90’larda bahçe mobilyaları sektöründe pazar lideri olmuşlar. O günden bugüne outdoor mobilya konusunda dünyada hatırı sayılır bir yere sahipler.

2005’te Emu başkan ve kurucu ortağı Ricardo Biscarini, LVMH firması ile birlikte Emu’yu yeniden yapılanma sürecine sokmuş . Bu birleşmenin resmi olarak gerçekleşmesiyle, 2011’de markanın 60.yılıyla beraber yeni bir sürece girmişler.

70.000m2’lik alanda 150 çalışanla Marsciano’daki fabrikada üretiliyor tüm mobilyalar. Kalitesi “Made In Italy” olması ile teknolojik araştırma, farklı materyal ve prodüksiyon teknikleri üzerine yaptıkları çalışmalarıyla garantileniyor. Kendilerini metal işinde sürekli gelişmeye adamışlar. Bu sayede çok geniş bir pazarda kullanıcıya ulaşıyorlar.

Ürünleri arasında sandalye, masa, koltuk, dinlenme köşeleri, oturma odası ve aksesuarlar bulunuyor.

Alüminyum, metal, tik, hasır ve daha birçok malzeme kullanılıyorlar. Böylece her bütçeye ve zevke uygun zenginlikte ürün çeşitliliği ortaya çıkarıyorlar. İstanbul’daki Le Meridien dahil dünyadan sayısız otelde Emu koleksiyonları teras ve açık alanlarda kullanılmış. Avrupa’dan yaklaşık 1.000 nokta perakende satışını gerçekleştiriyor. Yeni koleksiyonlarda ünlü tasarımcılar, Carlo Colombo, Paolo Navone, Patricia Uquiola, Christophe Pillet, Jean Nouvel, Arik Levy gibi isimlerin katkısı olmuş.

 

dfoit_mayis

dergi_form_nisan

 

Özgün ve yaratıcı işleriyle ön plana çıkan Merci mağazası ‘Kurdeleler’ sergisiyle büyük mağazalar ve moda evleri için tarihin arka odalarını açtı.

Kurdeleler 18. yüzyılda moda endüstrisi için Fransa’nın Saint Etienne şehrinde geliştirilmeye başlandı. I. Dünya Savaşı başlayana kadar yaklaşık 30 bin kişi kurdele fabrikalarında çalışıyordu. Bir zamanlar bu kadar yoğun bir üretimin yapıldığı kurdele sanayi günümüzde maalesef çok az fabrikayla sınırlı kaldı. Birçok anı ve bilgi içeren, tarihe ışık tutan bu güzel sergi stilistler ve tasarımcılar için harika bir ilham kaynağı. Yenilik ve yaratıcılık için aradığınız renk, kumaş, materyal ve grafikleri bir arada bulabileceğiniz sergi adeta değerli bir kaynak niteliğinde.
Kurdelenin yanı sıra sulu boya ile boyanmış kumaşlar, ipek kravatlar, omuz askılarının da sunulduğu sergi aynı zamanda bize o dönemlerdeki gazete ilanlarıyla ilgili fikirler de veriyor. 6000’den fazla orijinal dökumanın ortaya çıkarıldığı ‘Kurdeleler’ sergisindeki iplik koleksiyonları da görülmeye değer.
Tekli panoların 15 Euro’dan satıldığı sergide birkaç bölümden oluşan renkli kumaş örneklerinin fiyatı ise 50-100 Euro arasında değişiyor. Sergilenen müze kalitesindeki tescilli katalogların kolleksiyonerlere ve moda evlerine satışı da yapıldı. www.merci-merci.com
dergi_form_nisan

dergi_form_nisan

 

Mükemmelliyetçilik, Elegans, Ayrıcalık, Otantiklik…

Hepsi EGO paris’de.

 

EGO Paris insani tutkularla yücelen genç bir outdoor bir marka demek hiç de yanlış olmaz sanırız. İdealize ettiği yaşam biçimi dışarda tekli veya grup halindeki yaşam modellerimize, otantik, paylaşımcı, özgür bir ruh katmak olarak özetlenebilir. Bu yüzden Ego Paris’in tarzını sabit bir çizgi ile değil de kullanımın formu yakından takip ettiği bir yaşam biçimi olarak tanımlayabiliriz. EGO paris, tasarımları aracılığıyla Fransız çizgileri taşıyan bir yaşam sanatı oluşturma konusunda iddialı. Bu yaşam sanatında  gelenekselliğin, bireysel farklılıklara ve çeşitliliğe saygının ve yenilikçiliğin kol kola ilerleyen kavramlar oluğunu hemen eklemeliyiz. İnsanoğlunun farklılıklarının gerçekliği ve tutkuyu ortaya koymanın en güzel yolu olduğunu düşünüyorlar çünkü.

Evlerin dışında; şeffaf, keşiflere açık, hoşgörülü ama özgür mekanlar yaratmaktaki kararlılıklarının onları bugünkü çizgilerine taşıdıklarına inanıyorlar.

Peki ne EGO Paris’I diğer tasarım markalarından ayrıştıran temel özellikler :
– EGO Paris ürünlerinin hepsi Fransa’da yapılıyor öncelikle,
– EGO Paris, kişisel tercihlere göre şekillenebilecek geniş bir tercih imkanı sunuyor kullanıcılarına (renk, materyal, modülerlik, farklı kullanım olasılıkları…)
– EGO Paris’ ait olan ürünleri tasarım konusunda kesin bir çerçevesi var: o da kullanım kolaylığının mutlaka forma yön vermesi. Bu tasarım önceliği sayesinde müşteriler sadece kendilerine ait olacak rahat ve konforlu alanlar yaratmak konusunda özgür olabiliyorlar.

 

EGO PARIS;
ÖZGÜRLÜĞÜN MARKASI

 

300’den fazla kombinasyona izin veren renk ve materyal çeşidiyle EGO PARIS felsefesini çok net ortaya koymuş aslına bakacak olursanız: KİŞİYE ÖZEL MOBİLYA
Renklerle oynayın, materyalleri karıştırın ve kendi dekorasyona anlayışınıza ve yaşam şeklinize uygun kombinasyonu yaratın ve kullanın. Kısacası size benzeyen mobilyayı yaratmak için gerekli olan EGO’yu size EGO PARIS sunuyor ve markasının hakkını da böylece vermiş oluyor diyebiliriz.

 

YERİ DOLDURULAMAZ OLMAK İÇİN FARKLI OLMAK GEREKLİ

 

2004’de hayata geçişinden bu yana marka, insani ve endüstriel alanda farklı tecrübeler yaşamayı ve yaşatmayı hedefleyen 3 erkek kardeş tarafından Beaujolais’den yönetiliyor. Zaman geçtikçe ve işler büyüdükçe bu başlangıçtaki küçük aileye eklemeler olmuş elbet, şimdi yönetim kadrosu işi bir öteye taşımaya kararlı 25 kişilik genç ve dinamik bir kadrodan oluşuyor. Ama hep aynı vizyonla yarına bakmayı sürdürüyorlar rakamlar, işler gelişse de bu gerçeklik hiç değişmiyor…Zaman geçtikçe ve işler büyüdükçe bu başlangıçtaki küçük aileye eklemeler olmuş elbet, şimdi yönetim kadrosu işi bir öteye taşımaya kararlı 25 kişilik genç ve dinamik bir kadrodan oluşuyor. Ama hep aynı vizyonla yarına bakmayı sürdürüyorlar rakamlar, işler gelişse de bu gerçeklik hiç değişmiyor…

 

dergi_form_nisan

dfot

 

Gerçeğe dönen bir rüya

“For years I literally dreamed during the night that finally I would have the perfect sound system – without any compromise”

Peter Lyngdorf, Founder, Steinway Lyngdorf

Bu günkü yazıma yazıda bahsedeceğim ses sistemlerini üreten firmanın sahibinin sözleriyle başlamak istedim. Üç aşağı beş yukarı şöyle bir şey çevirisi: “Yıllardır geceleri hayalini kurduğum gerçekten mükemmel ses sistemine kavuştum. Hem de hiçbir şeyden ödün vermeden…”

Kaliteli müzik dinlemekten hoşlanır mısınız? Burada bahsettiğim jazz, rock veya klasik gibi müziğin türü değil; müziği bizim fani kulaklarımıza ileten ekipmanlar…

Her şey silindire kaydedilen seslerle başlamıştı. Sonra “sahibinin sesi” ni tuhaf bir borudan dinleyen komik köpekli gramofonlar geldi. Taş plaklar, lambalı radyolarla müziğin bize ulaştığı yolculuk devam etti. Sonra 33’lük, 45’lik vinly plaklar devrimi geldi. Devamı malum… Kartuşlar, kasetler,cdler ve nihayet MP3ler ve benzeri dijital kodlamalar…

Tabi iş müziği taşıyan materyalleri geliştirmekle bitmedi. Onu kulaklarımızın pasını giderecek kalitede ses dönüştürme yolculuğu başladı. Gramofonun kuyudan gelen sesinden mono sistemlerin yavanlığına;  stereo’nun çağ atlatan kalitesinden önce hi-fi’a sonra hi-end’e giden bir yolculuk…

Son on yıldır ses sistemleri ile uğraşan sektörlerin arasındaki yarış, 5.1, 6.1, 7.1, 8.1 Dolby Digital Surround sistemler ile dinleyicilere -ve izleyicilere- en gerçek ses deneyimini nasıl daha iyi yaşatırız kavgası…

Bu hengame içinde geçen gün tesadüfen nefes kesen bir gelişmeye rastladım. Bloomberg kanalının Avrupa yayınında orta yaşlarda bir adam yeni ürettiği bir hoparlör ve ses sitemleri markasından bahsediyordu. Konu her daim ilgimi çektiği için şöyle bir kulak kabarttım. Önce bildiğimiz markalardan birinin yeni bir ürünü diye dinlemeye başladığım mevzunun içinde Steinway & Sons ismi geçince işler değişti. Evet, o Steinway & Sons… 1853 yılından beri yani tam 160 yıldır dünyanın en iyi piyanolarını üreten firma. Kuyruklu konser piyanolarının fiyatlarının 150.000 Euro’dan başladığı S & S…

Ya da şöyle enteresan bir bilgi vereyim firmanın kalitesine siz karar verin.  Steinway & Sons bir piyano almaya gücünüz varsa fabrikaya şöyle bir sipariş verebiliyorsunuz: Tuş takımındaki beyaz tuşların fildişi kaplama olmasını! Ama merak etmeyin yasadışı bir ticaretle elde edilen fildişleri değil bunlar. Yüzyıl önce her şey serbestken satın alınmış neredeyse antik fildişleri… Bu operasyon size birkaç bin euro ek maliyet demek. Bu rakam da hiç de fena olmayan yepyeni bir piyanonun bedeline eşdeğer…

Gelelim asıl konumuza. Nedir bu yeni ses sistemi ve getirdikleri? Her şeyden önce markanın adı Steinway Lyngdorf. Aklımızı alan model ise LS Concert Speaker… Firmanın sahibi Peter Lyngdorf yazımın açılışında bahsettiğim gerçeğe dönen hayalin sahibi…

Lyngdorf hi-end dünyasının efsane isimlerinden biri. Bu dünyanın en iyi firmalarının eski ve yeni sahiplerinden biri. Snell Acoustics, NAD Electronics ve Gryphon Audio bunlardan bir kaçı. Snell’de iken 1998 yılında dünyanın tamamıyla dijital ilk amfisi “Millenium”u üreten de o.

Özetle iki büyük efsanenin ortaklığından doğan ürünler de kelimenin tam anlamıyla eşsiz… Uzun, karanlık ve çok şık olarak özetlenebilecek ürünlerin  amiral gemisi ise LS Concert Speaker. Ürünün tasarımı Danimarka’da yapılıyor ve teknik aksamı da burada üretiliyor. Ardından o eşsiz tınıyı verecek “gerçek piano black” boyalı ahşap panellerin montajı için Steinway & Sons’un Hamburg, Almanya’daki fabrikalarına gidiyor. Üretim süreci ise tam sekiz hafta!

Sizi burada işin daha teknik ayrıntıları ile sıkmayacağım ama meraklıları www.steinwaylyngdorf.com’a bir göz atsınlar. Gelelim bu bebeklerin dudak uçuklatan fiyatlarına. Her bir hoparlör kulesinin fiyatı 86.000 USD’den başlıyor. Amfi, stereo işlemci ve woofer ilave edilmiş tam bir stereo setup için 228.000 USD’ye kıyacaksınız. Beni bunlar kesmez ben film de izleyeceğim ya da konserin ortasında oturmak istiyorum derseniz 298.700 USD’yi cebinize koymanız lazım. Detaylarda krom, altın ya da siyah saten malzemeleri seçme şansınız da var.

Yanlış hatırlamıyorsam izlediğim programın sonunda Rusya’da verilen bir konserde piyanist bir süre sonra çalmayı bırakıyor ve ses salona LS Concert Speaker’lardan verilmeye başlanıyor. Kimsenin farkı anlamadığını söylemeye gerek var mı?

Son olarak şu videoyu izlemeniz lazım. Nefes kesici bir güzellik değil mi?

http://www.youtube.com/watch?v=NrUpPx_qHVE

YAZAN:

Orhan MERİÇ