özgürlük

dfot

 

Frank Lloyd Wright

Dünyanın gelmiş geçmiş en önemli mimarları arasında olan Frank Lloyd Wright’ı okumak ve tanımak için mimar olmak şart değildir.  Wright’ın yaşama yaklaşımı ve düşünceleri, kendine yatırım yapan tüm görüşlere farklı bir bakış açısı katacaktır.

“Yaşım ilerledikçe yaşam benim gözümde daha da güzelleşiyor. Dünyanın güzellikleri, insanlara da geçip yansır. Güzelliğe budalaca sırt çevirenler sonunda onsuz kalırlar; yaşamları yoksullaşır. Ama güzelliğe akıllıca yatırım ya¬parsanız, onu tüm yaşamınız boyunca yanınızda, yörenizde bulursunuz.” Frank Lloyd Wright

 

Yirminci yüzyılın en üretken ve çok yönlü mimarlarından biri olan Amerikalı Frank Lloyd Wright  8 Haziran 1867’ de Wisconsin’de Richland Center’ da doğmuş, 9 Nisan 1959’ da Arizona’da Phoenix’ de ölmüştür.

Ortaöğrenimini Madison’ da 1883’ de tamamlamıştır. 1885-1887 arasında Wisconsin Üniversitesi ‘nde Mühendislik eğitimi sırasında ünlü tasarımcılarla çalışarak, profesyonel deneyim kazanmaya başlamıştır. 1887’de Chicago’ya gittikten sonra D.Adler ile L.H.Sullivan’ ın bürosuna yardımcı mimar olarak girmiştir. Planlama ve tasarım bölümü yöneticiliğine geldiği bu büroda 1893 ‘e kadar çalışmıştır. 1909’ da bir Avrupa turuna çıkmış, 1911’ de ülkesine döndükten sonra Wisconsin’ de serbest mimarlığa başlamıştır.

1912’ de bürosunun Chicago şubesini açmıştır.1915’ de Tokyo’ da yapacağı bir otel nedeniyle Japonya’ ya gitmiştir. 1920 ‘ye kadar kaldığı bu ülkenin sanatıyla ilgilenmiş ve ( bugün Boston Güzel Sanatlar Müzesi’ nde Spaulding Koleksiyonu adıyla saklanan ) baskı resimler toplamıştır. Ülkesine döndükten sonra 1928’ e kadar California’ da, La Jolla’ da kalmıştır. 1929’ da bürosunu Arizona’ daki Ocatillo’ ya taşımıştır. Ölümüne kadar Wisconsin ve Arizona’ da çalışmalarını sürdürmüştür.

70 yıldan uzun bir süre çalışmış ve 400’ü inşa edilen 1000 kadar bina tasarlayan, çeşitli tarzlarda çalışan, materyal ve mimari form kullanımında çok yaratıcı olan Wright karışık etkilerin bulunduğu bir ülkede mimarlık yapmıştır. O yıllarda Avrupa mimarlığından gelen özellikler, özgün birleşimlere ulaşamadan teknolojik ve endüstriyel ilerlemelerin etkisiyle yerleşimi yeni bir yaratma alanına, Chicago okulu adlı akımın kimi çağdaş mimarlık ilkelerini uygulamaya başladığı gökdelen mimarlığına bırakmıştır. Bu akım içinde mimarlığa başlayan Wright, kendi özgün mimarlık anlayışını geliştirmiş, Chicago Okulu’ nun geri plana itilmesinden sonraki uygulamalarıyla, Le Corbusier, W. Gropius ve L. Mies van der Rohe ile birlikte 20. Yy mimarlığını en çok etkileyen dört mimardan biri olmuştur.

Wright yapılarıyla olduğu kadar düşünceleriyle etkili olmuş, mimarlığa ilişkin görüşlerini güçlü kalemiyle dile getirmiştir. Yapının bir ağaç gibi, yani yaşayan, organik, çevresi ve işlevleriyle uyumlu bir bütün oluşturmasını sağlayacak koşulların araştırılması gerektiğini söylemiştir. Kitaplarında ülkesine özgü özgürlük, demokrasi, iktisadi düzen ve toplumsal yaşama biçimlerini savunmuş, bunlara uygun bir mimarlığın oluşturulmasını istemiştir. Cam eşya, otomobil gibi endüstri tasarımı konuları üstünde çalışmış, bir süre de bir derginin kapağını hazırlamıştır.

Wright gerek çok sayıdaki uygulamaları, gerek düşünceleriyle 20. YY’ ın ilk yarısındaki en etkili mimarlardan biri olmuştur. 1910 yılında yapıtlarını Avrupa’ da tanıtan iki kitap, başta W.Gropius olmak üzere çağdaş mimarlığın önde gelen temsilcilerini etkilemiş, onların yeni düşünceler geliştirmesine yol açarak daha sonra Uluslararası üslup olarak adlandırılacak yaklaşımın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Wright, bir okul gibi gördüğü işliğinde pek çok mimar çalıştırmış, düşüncelerini izleyen öğrenciler yetiştirmiştir.

‘Bir yapı yalnızca var olunacak bir yer değildir, bir var olma tarzıdır’ diyen ünlü mimarın mimarlık tarihine etkileri dokunmuş birkaç projesini inceleyelim:

 

William H. Winslow evi

River Forest, Illinois (1893)

Highland Park evi

Illinois (1902)

Şelale Evi (1936)

Johnson Wax apartmanı (1939)

Guggenheim Müzesi New York (1956-1959)

 

Wright, 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin kırsal yaşam yaygınlaşmasının ustası olarak görülmüştür.

İlk yapıtları; Özgün üslubuna ulaştığı 1900’ den sonra, adını ABD’ deki ağaçsız kırları anlatmada kullanılan prairie sözcüğünden ve Wright’ ın 1901’ de Ladies Home Journal’ da yayımladığı ‘’ A House in a Prairie City ‘’ ( Kırlık Yöredeki Bir Kentte Bir Ev ) adlı yazıdan alan bir dizi konut tasarımı gerçekleştirmiştir. Dışarı taşan saçaklar ve pencere dizileriyle yatay çizgileri vurgulayan bu konutlar, onun ilk önemli yapıları olmuştur.  Evlerin X, L ya da T biçimindeki planları çeşitli konut işlevleri arasında serbest bir mekan akışı sağlamaktadır. Bunlar yalın ve süslemesizdir. Aralarında Willits, Heurtley, Martin, Glasner, Coonley, Roberts,Gale ve Robie evleri en önemlileridir. Wright bu yıllarda konut dışında kalan işlevlerde beton kullanmaya başlamış, dışavurumcu bir anlayışla kullanılan yeni yapı gereçleriyle en az ‘’ prairie evleri ‘’ kadar etkili olmuşlardır.

 

dfot

 

DÜŞLER VE GERÇEKLER BİR ARADA YAŞAR!

Uzun bir aradan sonra tekrar Müge İplikçi’yle bir aradayız. Burada, İplikçi’nin keyifli ofisinde olmak güzel… Biz Orada Mutluyduk, İplikçi’nin kaleme aldığı yeni kitaplarından birisi. Konusu ile yazarın bir başka kimliğini -gazetecilik- günışığına taşıyan kitap, Türkiye’nin en yakın tarihine ciddi bir duruşla iz bırakıyor. Kitap; dünya insanı olma düşlerinin eşiğinde Gezi Parkı’nın gençlerini, gençlerin diliyle anlatıyor. Gençlerin içten gülüşlerini, dolu dolu gözlerini, neredeyse hepsi bir atan yüreklerini ve bu güzel insanların gelecek umutlarını anlamamızı sağlayan güzel ve heyecanlı metinler hepsi. Ancak Müge İplikçi ile söyleşimize Biz Orada Mutluyduk ile başlamıyoruz. Biz Orada Mutluyduk, bizi Müge’nin çocuk kitaplarına doğru yönlendiriyor. Çünkü diyoruz, ikimiz de aynı anda, önce geleceğin okurlarını yaratmalıyız.

Bütün çocuklar uçmak ister!

Müge İplikçi’nin çocuklar için kaleme aldığı ilk kitabının adı Uçan Salı. Sevimli kahramanımız Sibel’in uçma hayallerini okuduğumuz kitapta, İstanbul’un simgelerinden olan eski Salı Pazarı da tüm ihtişamıyla Mustafa Delioğlu’nun harika çizimleriyle- dünden bugüne “merhaba” diyor. Bütün çocuklar gibi hayalle gerçeği bir arada yaşayan Sibel’in dünyasına doğru yol alıyoruz. “Çocuk kitabı hiç de kolay bir yazın türü değil,” diyerek söze başlıyor Müge İplikçi. “Benim için de çocuk kitapları yazmak kolay olmadı. Fakat şunu söylemeliyim ki içimdeki çocuksu duygular, oğlumun kitaplarıyla büyük bir okyanusa doğru yol almaya başladığında, buna asla karşı koymadım. O dönemde, oğlum ve ben, Washington DC’deydik, ben çalışmıyordum. Zamanımın büyük çoğunluğunu oğlumla birlikte hemen her mahallede bulunan muhteşem çocuk kütüphanelerinde geçiriyordum. Benim için çocuk kitapları okumaları yaptığım bir etüttü bu! Türkiye’ye dönüp, ilk kitabımı yazmayı planladığım dönemde Kadıköy’de Salı Pazarı kaldırılıyordu. Salı Pazarı’nın hayatımda önemli bir yeri vardır.

Anneannem ve dedem, pazara çok yakın bir yerde oturuyorlardı. Bu anılar beni Salı Pazarı’na yönlendirdi.”

 

Kitabın yazımı bir başka macera, yayıma hazırlanması ise apayrı bir maceradır. Müge İplikçi de yayıma hazırlık aşamasında Gün ışığı Kitaplığı’nın desteklerine müteşekkir olduğunu dile getiriyor. Böylece yazarımızın Washington DC’nin çocuk kütüphanelerindeki düşü, Uçan Salı ile hayat buluyor. Uçan Salı ise Sibel’in düşünü anlatıyor bize. Sonra, hoppp, bir bakıyoruz ki, küçük kızın düşü de gerçek olmuş! Ama bu düşler öyle bir anda gerçekleşmiyor elbet. “Çocuk kitabı yazmak için her şeyden önce okurlarınızı -çocukları- çok ciddiye almanız gerekiyor,” diyor. “Asla ‘çocuk’ diyerek, hafife alamayız. Çocuklar çok dikkatli ve güçlü bir kitle… Bununla birlikte gerçekle kurduğunuz bağ da çok önemli. Biliyorsun benim kitaplarımda gerçek temasında gelgitlerim vardır. Fakat bu yaş döneminde çocukların gerçekle kurduğu ilişki, çok çerçeveli bir ilişki… Biz de kitabı yayıma hazırlarken bu duruma çok özen gösterdik.”

Müge İplikçi çocuk kitaplarını yazmaya devam ediyor. Okurları için ilk müjdeli haberi de biz verelim: Yeni çocuk kitabı Kömür Karası Çocuk, Eylül ayında kitap raflarındaki yerini alacak. İplikçi’nin yoğun olarak kullandığı bir tema olan “göçmenlik” bu kez yeni çocuk kitabında yer bulacak. “Ağır konular bunlar,” diyorum, “Haklısın,” diyor. “Kurguda şunu yapıyorum; örneğin Salı Pazarı’nda kaybolan bir çocuğun öyküsünü anlatıyorum. Bu kitabı yetişkinler için yazsaydım, kahramanımız Sibel, muhtemelen bulunmayacaktı. Ama öykünün sonunda annesine kavuşuyor.

 

Tüm o kaybolduğu anlarda ise Sibel’in hayal gücünü çalıştırıyorum. Kitapta birçok gerçek var ama hepsi pozitif. Yıkılma, kırılma, parçalanma değil; toparlanma, derlenme ve buluşma var! Gerçek hayatta pozitif bir insanımdır; edebiyatçı olarak değilimdir… Yetişkin kitaplarımda bütün o kırılmaları anlatır, kurgularım. Ama çocuk kitaplarında bu kırılmaları vermiyorum. Sanırım en büyük ayrımın burada…”

Müge İplikçi’nin eserlerinin çocuk edebiyatına adına bir kazanç olduğunu düşünüyorum. Çünkü geleceğin okurunu yetiştirmek zorundayız. Böylece söze başladığımız noktaya dönüyoruz.

Bütün çocuklar özgür olmak ister!

Biz Orada Mutluyduk  için ilk akla gelen soruyla konuşmaya başlıyoruz: “Söz konusu kentsel mekanı yaratma eyleminde verdikleri mesaj da netti: Bu mekan bizimdir! Biz vurgusu birçok hususu içeriyordu elbette ve bu çalışmanın -kitabın- temel perspektiflerinden biri oldu,” diyor Müge İplikçi.

Biz Orada Mutluyduk kitabında, yirmi genç insanın 27-28 Mayıs 2013 tarihlerinde başlayan ve devam eden olaylara dair anlattıkları yer alıyor. Aralarında Antikapitalist Müslümanlardan LGBT bireylerine, feministlerden Yeşil harekete gönül vermiş olanlara kadar pek çok farklı kesimden gençler var. Bu yirmi genç insanla “direniş” odaklı konuşulsa da, onların nasıl bir dünya özleyip, nasıl bir kent ya da yeryüzü hayal ettikleri de yazar tarafından önemseniyor. “Neler konuştunuz?” sorusuna ise şöyle cevap veriyor yazar: “Bu gençlere, yarattıkları kamusal mekanla kurdukları bağı ve bu bağı nereye, ne şekilde yönlendirecekleri konusunda çeşitli sorular sordum. Bununla birlikte başta devlet ve demokrasi kavramları olmak üzere özgürlük, doğa, ekoloji, teknoloji, adalet, eşitlik gibi kavramları da konuştuk.”

Orada, o parktaki yaşanmışlık güzeldi, diyor cümlesini tamamlarken. Elbette yaşanılanlar birçok kitaba konu olacaktı, oldu da. “Müge İplikçi’nin o ilk günlerde Gezi Parkı’nda görüp, aklından geçirdikleri nelerdi?” diye soruyorum, “Bir his,” diyor. “Orada, çocukların arasında gezinirken duyumsadığım hisler çok güzeldi. Burada farklı bir şey oluyor, hissiydi bu ya da farklı bir şeyler hissetmiştim. Yıkık Kentli Kadınlar’da da böyle olmuştu. Parkı gezerken, burada çok önemli bir şey var, dedim kendi kendime ve bunu mutlaka tarihe not düşmeliyim. Böylece kitaba başladım. Bir arada olabilmenin mutluluğu… Konuştuğum bu genç insanlar, birey olmaya verdikleri değer kadar birlikte hareket edebilmeye de önem veriyorlardı. Bu arada hemen hiçbirinin boş bir umut peşinde olmadığını belirtmek durumundayım. Orada ne vardı ya da sen ne gördün dersen, ‘mutluluk’ diyebilirim. Bu düşüncemin doğruluğuna kitabı yazdığım süre boyunca sıklıkla tanık oldum. Oradaki mutluluğun tanımı bugün yaşayamadığımız, göremediğimiz, bizim kuşağın da özellikle tanımlayamadığı kendine ait olma hissiyatıydı. Bu hissiyattan yola çıkarak, insanların üzerinde hiçbir baskı olmaksızın yaşama pratiği… İşte bunu görmüştüm ve çok anlamlı bulmuştum. O parkta, dünya insanı olma durumu ve umudu vardı.” Bu umut hala var. Çünkü düşler ve gerçekler bir arada yaşar.

Akıllı Bisiklet Kullanmaya Hazır Mısınız ?

Kanadalı vanhawks firması, “Valour” yani Kahraman isimli ilk akıllı bisikletini piyasaya çıkardı. Tamamen karbon fiberden oluşan gövdesi, Bluetooth bağlantısı ile akıllı Valour, sürücülere akıllı güvenlik, konfor ve eşsiz bir tecrübe vaad ediyor.

Bir Kickstarter projesi olarak tasarımınına başlanılan, sektörün ilk akıllı karbon fiber bisikleti olan Vanhawks Valour, güvenlik, konfor ve akıllı telefonlarla senkronizasyon gibi bir dizi yenilik sunuyor kullanıcılarına.

 

Valour; iOS, Android ve Pebble cihazlarıyla Bluetooth üzerinden bağlantı kurarak, bisiklet sürdüğünüz yolu, sürücünün rota, mesafe ve hız gibi istatistiklerini gerçek zamanlı olarak  ölçebiliyor.

Diyelim ki daha önce gitmediğiniz bir yere Valour ile gitmek istiyorsunuz. Valour’unuza atladıktan sonra akıllı cihazınızdan bu noktayı belirliyor ve kendinizi Valour’un yönlendirmesine bırakıyorsunuz. Normalde bilmediğimiz bir noktaya giderken birçok kez telefonlarımızı çıkarıp haritaya bakarız, bu da hem dikkat dağınıklığına hem de büyük bir zaman kaybına sebep olur. Bu nedenle Valour’un gidonuna, size yol tarif edecek LED lambalar yerleştirilmiş. Böylece ne zaman kaybı ne de dikkat dağınıklığı yaşayacaksınız.

 

Güvenlik konusunda da sürücüye birçok avantaj sağlayan Valour, karbon fiber gövdesine konumlandırılmış sensörleri sayesinde trafikte bisikletinizi kullanırken, yaklaşan araçları ve kör noktaları, gidonuna titreşim  yollayarak size uyarı gönderiyor. Siz ve diğer Valour kullanıcıları özel bir ağ ile birbirlerine bağlı oluyorlar bu sayede, kullanılan güvenli rotalar kaydediliyor, yolunu kaybetmiş bir sürücü varsa ona bu rotalardan yardım sunuluyor.

Vanhawks’ın kurucu ortağı ve CEO’su Sohaib Zahid “Birçok insan oturduğu çevreyi gezmek ve sosyalleşmek amacıyla bisiklet satın alıyor, güvenlik ise her zaman birinci sırada önem taşıyor onlar için, bizde Valour’u tasarlarken, bisikletin geçmişteki serüvenini zamanımız teknolojisi ile buluşturarak, akıllı cihazlarımızla uyumlu ve güvenliği üst düzeyde bir  araç yapmak istedik. Böylece insanların şehir yaşamında kullanabilecekleri güvenli, kolay, yenilikçi ve yeşil  olan Valour ortaya çıktı.” şeklinde özetliyor tasarım ve üretim sürecini.

Patentli karbon fiber teknolojisi ile BIKEEXPO ödülüne layık görülen Valour’da gövde tasarımı insan vücudunun kemik yapısından özellikler taşıyor. Belirtmeden geçmeyelim şehrin zorlu yol koşullarına karşı dayanıklılığı artırılan Valour, sadece 7.2 kg ağırlığında üstelik.

dfot

 

80 lerin çocuklarınadır lafım!
O zamanlar 7-8 yaşlarında olanlar için Pinokyo sadece Carlo Collodi’nin yarattığı bir roman kahramanı değil, çocukluğumuzu süsleyen bir hayal idi…Pinokyo bisiklet, iki tekerlekli yolculuğa çıkmanın başrolünde kıpkırmızı parıltısı ile ışıldardı yüzümüze. O zamanların diğer bisiklet sohbetlerinde “kontra pedal”,“yarış bisikleti”,” dinamo” kelimeleri geçerdi. Pinokyo’nun yanısıra hayalleri süsleyen bir diğer bisiklet BMX idi. Kalın tekerlekli ve akrobasiye uygun olan BMX o zamanlarda ön tekerleğinin havaya kaldırılmasına uygun en iyi bisiklet olarak popülaritesini kazanmıştı.
O yaşlardaki her çocuğun gündemine bir şekilde oturan bu alet için erkek çocuklar sünneti bile bir avantaj görürlerdi. Büyüdükçe evin merkezinden uzaklaşılabilen parkurlar, gitgide çevre semtlerin rahatça dolaşılabildiği bir hal alırdı.
Süslemeler, ziller,dinamodan enerji alan farlar, yeni lastikler, daha rahat koltuklar, fren tamirleri derken harçlıkların neredeyse tamamını yutan, spordan, meraktan öte bu tutku, bizler büyüdükçe etkisi değişmeden içimizin bir köşesinde hep durdu.

Pinokyodan bu zamana kadar bisikletler çok değişse de keyfi hep aynı kaldı.Kalabalıklaşan yaşam alanları, daralan büyük şehirlerde bile yürüyüş yollarının yanında her zaman hatırlandı bisiklet.O zamanların çocukları, bugün halen bisiklete az çok bir yatırım yapıyorsa işte sebebi o kırmızı Pinokyo’nun etkisidir…
Bahar mevsimi geldiğinde gündemimize düşen ilk maddelerden biridir spor yapmak.Her ne kadar içimiz sıkılsa da, planlamalarımızı yaparken eğlenceli hale getirmeye çalışırız spor konusunu.
Geçen yıllarda zaten almış olduğumuz,evdeki “spor köşesi”nin önce baştacı ,sonra yer kaplayan baş belası ve bir köşede tozlanan spor aletlerinin yanısıra, başka evlere “jest” yapmak için göndermiş olduğumuz ve arkamızdan bolca teşekkür edilenleri de düşünüp sıkarız canımızı.Birden aklımıza ; en masum ,en kolay ulaşılabilir ve hepimizin , kullanmasını zaten küçükten biliyor olduğumuz eski bir dost gelir:
BİSİKLET…
Sporun en eğlenceli hallerinden biridir bisiklet sürmek. Hem spor adı altında gezintiler yapılır hem de içimizdeki özgürlük arayan her yaştaki çocuklar ayaklanıverir. Kimi zaman hızlı giderek, kimi zaman akrobasiler yaparak kimi zaman ise uzun parkurlar tamamlayarak döneriz eski günlere. Planlamasının çok yorucu olmadığı, her zaman kesemize göre bir alternatifi olan ve en önemlisi de yaparken keyif alabileceğimize emin olduğumuz bir uğraştır bisiklet sürmek.
Hava kirliliği, küresel ısınma, obezite, şeker ve kalp hastalıkları… Bunlar, giderek daha az hareket eden bir toplum olmanın, her yere arabayla gitme alışkanlığının çıkardığı ağır faturanın sadece bir kısmı.

 

ilk Bisiklet

 

Tarihe bakarken, bir yanılgıyı düzelterek başlayalım söze… Çoğumuz Leonardo Da Vinci çizimlerindeki bisiklet çizimleri ile başladığını sanarız iki tekerlekli aletin doğuşunun. Ancak ona ait olduğu ileri sürülen 1492 tarihli bisiklet karalamasının 1960’larda Codex Atlanticus’a eklenmiş sahte bir çizim olduğu anlaşılmıştır.

Aslında bisikletin icadı konusunda tarihçiler arasında tam bir fikir birliği yoktur ve ileri sürülen tarihler tartışmalıdır. Bisiklet tek bir mucit tarafından icat edilmemiş, tarih içerisindeki pek çok farklı çabanın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Günümüzde kullanılanların atası sayılabilecek ilk bisiklet 1839 yılında İngiltere’de Dumfries bölgesinde, Courthill kasabasında demircilik yapan İskoçya’lı Kirkpatrick Macmillan tarafından yapıldı. İskeleti tamamen tahtadan oluşan bu bisiklet yaklaşık 27 kilo ağırlığındaydı. Tekerlekleri demirden olan bu bisikletin ön tarafında bir at başı vardı. Ön tekerleğin çapı 80 cm, arka tekerleğin ise 105 cm idi. Bisikleti hareket ettirmek için, kranklar aracılığıyla arka tekere bağlanmış pedallar kullanılıyordu. Pedalların, ayaklarla ileri ve geri hareket ettirilmesi bisikletin ilerlemesini sağlıyordu. Kirkpatrick Macmillan, milyarlarca insan tarafından sevilecek, her ülkede ve her dönemde kullanılacak bir icat yaptığını bilmiyordu. Macmillan’ın bisikleti icat etmekteki tek amacı, yaşadığı kasaba ile şehir arasındaki 22 kilometrelik mesafeyi daha hızlı ve daha az yorularak gidip gelmesine yarayacak bir araç geliştirmekti. Geliştirdiği bisiklet o kadar çok işine yarıyordu ki neredeyse bütün seyahatlerini bisiklet ile yapıyordu.

Bisiklet donanımı

Frenler

Frenler ön ve arka olmak üzere iki tanedir. U-Fren (yarış bisikletlerinde olan,klasik tip), V-fren veya hidrolik fren gibi çeşitleri vardır. Günümüzde artık daha çok hidrolik frenler kullanılmaktadır. Bir donem ayaklar ile pedaldan kontrol edilebilen kontrpedal fren sistemide kullanılmıştır.

Tekerlek

Bisiklette tekerlek 2, 3 veya 4 tane bulunabilir. Önde bir, arkada iki tane de olabilir. Dağ bisikletlerinde daha dişli lastikler, şehir ve yol bisikletlerinde daha düz ve dişsiz lastikler tercih edilir.

Kadro

Farklı maddelerden (karbon, çelik , aliminyum, titanyum gibi) yapılabilir. Sağlamlık açısından daha çok bisikletlerde aliminyum ve karbon kadrolar tercih edilir.Alüminyum kadroların en büyük özelliklerinden birisi hafif olması ve darbeleri emmesidir. Günümüzde karbon fiber kadrolar oldukça yaygındır. Karbon fiber kadrolar aliminyumdan çok daha sert ve çok daha hafifdir. Bu özelliğinden dolayı dağ bisikleti ve yarış bisikletlerinde karbon kadrolar daha çok tercih edilir.

Maşa

Amortisörlü ya da düz olabilir. Ön veya arkada bulunabilir. Havalı ve yaylı olmak üzere iki çeşittir. Amortisörler Sürüş konforu sağlamak için tasarlanmıştır. Dağdan inerken veya engebeli arazide yardımcı olur. Düz maşalar daha çok yol ve şehir bisikletlerinde kullanılır. Bu nedenle en çok tercih edilen amortisörlü olanıdır. Eğer şehirde sürecekseniz düz maşa da kullanabilirsiniz.

Vites

Bisiklette 6, 18 ve 21, 24, 27, 30 vites seçenekleri olabilir. Vitesler eğime göre verimlik artışı sağlamak, bisikletin süratini arttırmak ve yokuşları daha kolay çıkmak içindir.
1. Küresel ısınma: Ulaşım endüstrisi, küresel ısınmaya sebep olan emisyonların %28’inden sorumlu
2. 2012 senesinde, 3,7 milyon insanın hava kirliliğinden kaynaklı hastalıklardan öldüğü tahmin ediliyor.
3. Bir saat bisiklete binmek 300 kalori yakar. Düzenli olarak bisiklete binmek obeziteyi engeller.
4. Düzenli hareket etmek, şeker ve kalp hastalıklarının yanısıra, stres kaynaklı hastalıkların oluşmasını engeller.
5. Araç trafiğinin yarattığı ses kirliliği işitme kaybı, stres gibi olumsuz etkilere sahip.
6. Ağır trafiği olan şehirlerde yaşayan insanların evlerinden daha az çıktıkları ve daha az sosyalleştikleri kanıtlanmıştır.

Amsterdam’da ulaşımın %60’ı bisikletle yapılıyor. Belçika’da işe bisikletle gidenlere hükümet para veriyor.
Özetle….

Zaman ilerledikçe gerek üretim gerek tasarım teknolojilerinin hızla ilerlediği günümüzde bisiklet modellerinin geldiği nokta her gördüğümüzde bizleri şaşırtacak durumda. Bisikletlere ayrılmış yollarda el ele kol kola yürüyen insanların sürücülere yaratmış olduğu tehlikelerin zamanla biteceğini umut ederek etrafa baktığımızda çok ilginç tasarımların ortaya çıktığını , bir süredir yeni tasarım bisiklet modellerinin oldukça yüksek fiyatlarına ragmen talep gördüğünü ve sayılarının gitgide arttığını görebiliyoruz.
Çocukluğa dönüş mü dersiniz,eğlenceli spor mu dersiniz,maceracı ruhun kabına sığmaz halleri mi dersiniz hangi anlamı yükleyip bisiklete atlayacaksınız bilmeyiz ama mutlaka zaman ayırıp bisikletinize binin.
Unutmayın kilometreler aşıldıkça yorgunluğunuz özgürlüğünüzün arkasında kalacaktır.

Doğaçlama bisiklet arkası yazılar:

“anlayamazsınız”
“iki teker keyfim şeker”
“her rampanın inişi vardır”
“paran varsa ORBEA
paran yoksa git yaya”
“Pinokyo’nun tadı hiçbirinde yok”
“Hatalıysam seslen”
“ Vazgeçtim benzinden
vazgeçemedim Liselimden”
“Sarı mayo yok dediler kız vermediler”
“My other bicycle is carbon fiber”

 

 

 

dfot

dfot

İKİ TEKER ÜZERİNDE BAŞLAYAN BİR TASARIM YOLCULUĞU

Yaz, kış farketmez, her zaman en kullanışlı ve en keyifli araçtır bisikletler. Hele ki yaza bu kadar yaklaşmışken, artık kilitleri çıkartıp bisikletlerinizin tozunu alma vakti gelmiş demektir. Kuşkusuz ilk alınan bisikletin yeri bir başkadır. Bir sürü maceranın ilk adımı onlunla atılmamış mıdır? İlk sürme denemeleri, ilk yaralar, yokuştan inerkenki o ilk heyecan…Kimi zaman kalabalık arkadaş grupları kimi zaman da yalnızlığın tadını çıkarmanın en keyifli yoludur bisiklet yolculukları. Özellikle açık havada yapılan bir bisiklet turu, bize tabiatın tüm güzelliklerini içimize sindire sindire seyretme imkanı vermez mi? Hele ki artan stres ve doğadan iyice uzaklaşmış bir toplum olma yolunda ilerlediğimiz şu günlerde, bisiklet demek; “özgürlük ve iç huzurun bir temsilcisidir” desem yanılmış olmam sanırım. Siz ne dersiniz?Motto Tasarım bu ay, hayallerinin ve tutkusunun peşinden giden,
ATELİER ALTAİR TELİAN’nın yaratıcısı, Yiğit Kuyulu’nun Galata’daki Atölyesine konuk oldu. Sanatın, tasarımın, yeteneğin, mütevaziliğin ve samimiyetin birleştiği bu atölyede yapılan her bir bisiklet kişiye özel bir tasarım. Onların sadece araç olmadığı aynı zamanda bir sanat objesi de olabildiğinin kanıtı bu atölye.

 

Kendinizden biraz bahseder misiniz?

Bahçeşehir Üniversitesi endüstri mühendisliğinden mezun oldum. Nurus’ta marka müdürü asistanı olarak çalıştım. Daha sonra yüksek lisans eğitimim için Milano’ya taşındım. Domus Academy’de Business Design eğitimi aldım. Neil Barrett’ta grafik tasarımcısı ve pazarlama müdürü asistanı olarak çalıştım. Neil Barrett’ta çalıştığım sürece kendimi moda fotoğrafçılığında da geliştirdim. Çalışmalarımdan bazılarını Wallpaper Magazine de görebilirsiniz…

Atelier Altair Telian fikri nasıl şekillendi?

Bisikletin her daim beni cezbeden bir tarafı olmuştur. İtalya’nın ve Fransa’nın kasabalarında dolaşıp bulduğum çeşitli bisikletlerin zaman içerisinde garajımda büyük bir hazineye dönüştüğünü gözlemledim. Türkiye’ye sanat ve tasarım yapmak için döndüm ve sahip olduğum bu hazineyi tasarımla harmanlamak için bu atölyeyi kurdum.

İlk  bisikletinizi nasıl yaptınız? Eminim çok  ayrı bir yeri vardır sizin için…

İlk bisikletimi İtalya’da kurguladım. Önceleri orada çok bisiklet çaldırdım. Bisikletinizi bir gece çaldırır, ertesi gün pazarda 25 Euro’ya satın alırsınız. Ben bu geleneğin bir parçası olmak istemedim. Bisikletim çalınmasın diye özel kilit sistemleri tasarladım. Kendi bisikletimi onu benim dışımda kimsenin kullanamayacağı şekilde tasarlamak istedim.

Bisiklet tasarımcısı Türkiye de çok yeni bir kavram. Dünyada çok var mı örnekleri? Sizin de takip ettiğiniz veya tasarımlarını beğendiğiniz bir tasarımcı var mı?

Türkiye de meraklı bir iki arkadaşım var fakat ilk atölye biziz. Dünya da çok var örnekleri. İskandinav ülkeleri , Oregon dan , Japonyo dan tasarımcıları beğeniyoruz. 70’ler Avrupası yarış bisikletleri ve bu dönem atölyelerde üretilen bisikletleri etkileyici buluyoruz.

Tarzınızı nasıl açıklarsınız?  

Yüksek kalitede ürün sunmak bizim için önemli. Son dönem yüksek teknoloji ürünleri bizi yansıtmıyor. Introperspektif bir bakış açısına sahibiz. Her zaman basitliğin ihtişamından yanayız. Bisikletlerimizi tamamlayan minimalist dokunuşlardır.

Altai̇r Teli̇an için aklınızdakilerin tamamını  gerçekleştirebildiniz mi? Sizi heyecanlandıran yeni fikirler veya projeler var mı yakın planda? 

Bisikletlerimizin artık kendi döngüsü var. Kaynağından boyasına hepsi tek tek işlenmekte. Fakat atölyemiz sadece bisikletlerle sınırlı değil. Bunun yanı sıra t-shirt, aksesuar tasarımları da mevcut. Uzun vadede ise bir başka tutkum olan tekne tasarlamayı planlıyorum. Domus Academy de tezimi yat tasarımı üzerine yapmıştım ve bu tutkuya adım adım yaklaşmak beni mutlu kılıyor.

Kendi yaptığınız bir bisikletle dünya turu yapmak ister miydiniz? 

Hayır. Biz yaptığımız her bisiklete tasarım gözüyle bakıyoruz. Onlara evinizde, galerinizde bir heykel gibi bakabilirsiniz; çünkü onlar sizin hayal gücünüzle şekillenecek. Yahut şehrin sokaklarında insanlar işten evine dönerken o iki tekerin dönmesini isteriz.

Okuyucularımız size nerden ulaşabilirler, tasarımlarınızı sergilediğiniz bir yer var mı?

Atölyemiz randevu sistemiyle çalışmaktadır.
Bize mail adresimizden; ‘[email protected]’dan ulaşıp randevu alabilirsiniz.

Peki, bisiklet meraklıları için  nasıl bir ipucu verirdiniz?

Kendi bisikletinizi kendiniz yapın. Bırakın o da sizin kişiliğinizin bir parçası olsun. Bunun için ayrıca Bisiklet Atölyesi adlı bir projemiz de var. Kafanızdaki tasarıma kendi emeğinizle sahip olabileceğiniz bir ortam yaratıyoruz.

Son olarak Motto’nuz…

Bisiklet herkesi gülümsetir.
dfot

dfot

KARE SANAT GALERİSİ

1991 yılında Fatoş Saka tarafından kurulan ve yönetilen çağdaş sanat galerisi Kare Sanat programına 1960 sonrası Çağdaş Türk Soyut akımının özgün görsel dilini oluşturmuş sanatçılarla başladı ve bu süreçte 200 ün üzerinde sergiye ek olarak pek çok sanat etkinliğine ev sahipliği yaptı. Bugün galeri programında çok farklı disiplinlere ve genç öncü eğilimlere ağırlık vermekte ve bu etkinliklerini uluslararası platformlara taşımaktadır. Ayrıca evrensel sanat literatüründen yayınlar içeren kitaplık ve 1960 sonrası Türk sanatının önemli örneklerini bir araya getiren koleksiyon da, yine bu süreçte oluşmuştur.

 

Taylan Akdağ, ressam – heykeltraş – dağcı…  Plastik sanatlarda klasik sergi sunumuna alternatif  sunumlar yaratmak isteyen üretken, çalışkan ve yetenekli genç bir sanatçı.. Doğada sanat projeleri gerçekleştiren Atmosfer Sanat Projeleri Grubu’nun kurucusu…

 

Dağcılık ve doğa kökenli sporlar yapıyor. Bisiklet, doğa yürüyüşü, tırmanış gibi.. Ve kendi ifadesiyle bütün doğru kararlarına, problem çözümlerine, sanatsal projelerine doğada imza attığını hissediyor.

 

 

Doğada Sanat etkinliklerine nasıl başladınız?  

2006 yılında dağcı olan kardeşim Mutlu İnan Akdağ ile birlikte, 3550 metrelik Aladağlar (Niğde) Karasay zirvesine tırmandık. Hayatımın önemli etkinliklerinden biriydi bu tırmanış. Deniz seviyesindeki sanatçı algısı ile yüksek irtifada sanatçı algısı arasındaki farkı deneyimlemek istedik. Master sürecinde sorgulamış olduğum “Mekan olgusu” problemi tam da bu tırmanışla birlikte çözüldü. Bu dönemden  itibaren “Land Art” üzerine yoğunlaşmaya başladım.

Doğada  üretim adına ilk kaleme aldığım  ve gerçekleştirdiğim proje “İrtifa Atölyesi” dir. Bu projenin hedefi, sanatçının deniz seviyesindeki form algısının irtifayla birlikte ne gibi değişikliğe uğrayacağını araştıran bir laboratuvar oluşturmaktı. Üç dağcıyla birlikte 3500 metrelik bir zirveye bir metreküplük strafor (foamboard) çıkardık. Zirvede kendi heykel form algımla kendi işlerimden birini (bir hayvan figürü) yonttum. Vücudumda bir irtifa şoku yaşamadığımdan algımda da bir değişiklik olmamıştı. Deneysel bir projeydi. Farklı bir sonuca 5000 metre ve üzeri dağlarda ulaşılabileceği sonucunu çıkarttım. Ucu açık kalan bu proje başka projeleri uygulamak üzere yeni  fikirleri doğurdu…

 

2009 yılında “İrtifai Eserler” kişisel sergimi 3500 metre ve üzeri dokuz zirveye çıkardım. Bu performansı bir video ile belgeledim.  2011 yılında  Armaggan Sanat Galerisi  işbirliği ile “ Bir Genç Üretim -Everest Aladağlar” sergi performansını gerçekleştirdik. “Bir” sergisine katılan 20 sanatçının eserleri brandalara basıldı. Önce Everest ana kampa, ardından 20 dağcı ile Niğde Aladağlar’daki zirvelere çıkarıldı ve performans bir video ile belgelendi.
Atmosfer Sanat Projeleri 29 Eylül 2012’de Belgrad Ormanları’nda, 12 sanatçının katılımı ile start almıştır. Oniki sanatçı yanında getirdiği ya da doğadan edindiği malzemeler ve oluşturduğu düzeneklerle ürettiler eserlerini. Bir açık hava sergisi gerçekleştirildi.

15 Şubat- 16 Mart 2013 Marjin Art Sanat Galerisi’nde Atmosfer Sanat Sanatçıları, doğanın sürekli bir değişim, yenilenme ve devinim halinde bir canlı yapı olduğundan yola çıkarak, ‘Ölü müdür Doğa?’ sorusuna cevap bulmak üzere resim ve heykel dillerini kullanarak eserler ürettiler.

Doğa-l Biçimler Adası – Bozcaada’da 14 – 23 Haziran 2013’te  mini bir sempozyum düzenlendi: Sanatçı, kullandığı malzemenin formunu değiştirmeyi ve kendine göre şekil vermeyi amaç edinir. Yalnız kullandığı cisme ya da malzemeye şekil vermekle kalmaz; sanatçı kendi etrafında yer kaplayan dünyasına da şekil verir o esnada. Kendisi için doğal olmayan hiçbir şeyden faydalanmaz. Kendine doğal gelmeyen bir eser de ortaya koymaz, eserleri kendi hayal dünyasından doğmuş olsa bile.. Kendini görüntülerin yanıltan dünyasından uzaklaştırır, öze yakınlaştırır. Yapaylık yanıltıcı olmanın da ötesinde mizahidir. Bir kitle üretimi haline gelen ve tekdüzeleşen sanat anlayışına ve tekdüzeleşen hayat formlarına başkaldırır..

Bozcaada Sanat Galerisi ve Bozcaada Belediyesi’nin katkısı ile gerçekleşen bu projede dört sanatçı ve bir sosyolog (Özlem Yalçınkaya)  yer aldı. İki sergi düzenlendi. Sanatçılar canlı performans gerçekleştirip aynı zamanda, seramik atölyesi çalışması ile etkinliğe yörede yaşayan sanatçıların da katılımını sağladı.
18 Ağustos 2013’te Edremit Zeytinli’de Akademi Zeytinli ve Zeytinli Belediyesi’nin katkıları ile bir sempozyum gerçekleştirdik. Beş sanatçı ve bir sosyoloğun ortak çalışmaları sonucunda, ‘Doğa-l Öz Biçim’ projesi can buldu. Akademi öğrencilerinin katılımı ile atölye çalışmaları gerçekleştirildi. Projemiz amacına ulaşmış, ortak bir bilinç sayesinde, sanat hümanist değerlerine kavuşmuş ve sanatın kendi saygınlığına yaraşacak,  Derrida’nın yaptığı gibi bir yapı-yıkım gerçekleştirdik. Nesneleri yeniden kavramsallaştırarak. Sahip olmadıkları ve olamayacakları özellikler yükleyerek… Hümanist ve eleştirel bir bakış açısı ile çözümledik. Kendi dilimizi ortaya koyduk.

Kente ve kentselleşmeye karşı mısınız?

Kente karşı değiliz.  Özgür sanatçı kimliğinin ve çağdaş sanat akımlarının kentsel mekân sayesinde ortaya çıktığının bilincindeyiz. Biz, kentsel yaşam ve kapitalist düzenin neden olduğu yabancılaşmaya karşıyız. Bu nedenle, doğada, doğa-l yapı yıkımlarımızla ve bir ekip olarak sanat yapıyoruz. Amacımız, neo-liberal düzende piyasa koşullarına bağlı kalmadan, sanatın kendine özgü kaygı, form ve değerleriyle sanat yapmak. Göreceli, piyasaya kolay uyum sağlayabilecek, spekülatör, müzayedeciler ve galericilerin form değerleri yerine kendi öz- biçimlerimize yönelmek istiyoruz.

 

Sanatçının atölyesinde toplumdan izole olması sizin için neden bu kadar önemli ?
Atmosfer Sanat olarak doğru başlangıç noktasının Feuerbach ve Marx’ın yabancılaşma (alienation) kavramı olduğuna inanıyoruz. Bilindiği üzere, yabancılaşma birbirinden farklı evrelerden oluşuyor ve bu evreler sonucunda kişi/işçi/sanatçı kendi üretmiş olduğu ve kendisinin bir parçası olan kendi eserinden/ürününe yabancılaşarak, onu pazarda değiş-tokuş döngüsüne girmek üzere, piyasa koşullarına adapte olacak şekilde kendinden başka kişilere/aracılara/sisteme teslim ediyor. Bu anlamda, sanat kapsamı ile düşünmek gerekirse; sanatçı, eser üretme esnasında kullandığı malzemeleri doğanın bir parçası olarak değil, endüstriyel bir ürün olarak düşünüyor ve doğaya yabancılaşıyor.

 

Sizi besleyen diğer unsurlar, olaylar ve düşünceler hakkında neler söyleyebilirsiniz? 

Her insanın nefes aldığı, heycanını her haliyle yaşayabildiği mekanlar – durumlar vardır. Benim de toprağa bastığım yer ortaya çıkarıyor bütün duygulanımlarımı ve belleğimdekileri.. Çeşitli disiplinlerle uğraşmanın beni sanat anlamında  daha kuvvetli hale getirdiğini düşünüyorum. Dağcılık, çocukluğumda gezdiğim mekanlar benim için çok önemli malzemeler… Hatırlıyorum ve oradaki ayrıntılardan birşeyler çıkarıyorum.

 

Nesneler, objeler veya toplum tarafından atıl olarak nitelendirilen binlerce form, sanatçının laboratuvarından geçerek yeni anlamlı kavramlar ortaya koyar. Performanslarımda kavramsal anlatım dilini kullanmak ifadelerimi çok güçlü kılıyor.

Yaklaşık 10 yıldır üç-altı yaş grubu çocuklarla heykel, seramik ve doğa yürüyüşü çalışmaları yapıyorum. Sekiz yıla yakındır engelli gruplarla sanat terapi eğitimleri uyguluyorum. Bu çok meslekli disiplinler bir araya geldiğinde beni her yeni gün yeni bir projeye yöneltiyor.

 

Son serginiz oluşum sürecini anlatır mısınız?

3 – 31 Aralık 2013 arasında Kare Sanat Galerisi’nde açtığım  “Güncel Yaşam Dizisi” adını taşıyan sergimi sosyolog eşim Özlem Gonca Yalçınkaya Akdağ’ın yorumuyla aktarmanızı isterim:

 

Akdağ, karakteristik çizgisel dili ile kent yaşamı içerisinde kendince sorun olarak gördüğü  ögeleri ve fenomenleri “Güncel Yaşam Dizisi” başlığı altında ifadelendirir. Sanatçı, çalışmalarında oluşturduğu her bir fragmanda, güncel yaşamın içinde barındırdığı hareketlilik, sürekli değişim ve yanılsamaları aktarmayı amaçlar. Böylece her yapıtında yüzey parçalama ve mekân kaygısına girer.  Çalışmalarda  birbirinden farklı sahneler ve mekanlar, kent hayatında bireyi provoke eden lüks yaşam, gerçeğin  ötesinde bir cinsellik, medyanın yoğun manipülasyonuna maruz kalan bilgi, erkek egemen toplum ve tüketim çılgınlığına  hayat veren mekânlara ikili zıtlıklar içeren metaforlar aracılığıyla atıfta bulunmaktadır. Sanatçının benimsediği üslup, kendi oluşturduğu desen, figür ve sahnelerle beraber araç mesajdır. Bu olgu, eserlerinin temelini oluşturur.

Bu çizgisel üslup dahilinde kullanılan figürlerin estetik ve anlamı  önce konturda aranır. İşte, bu anlam ve estetik de, sanatçının yapıbozuma uğrattığı kendi formunda gizlidir.  İşlediği temayı kullandığı çizgiler, keskin konturlar, kusursuz düzlemler ve geometrik şekillerde ortaya koyduğu mekana hapsetmiştir. Bu kapalı formlarla, aslında sanatçı bir şey amaçlamaktadır: Tüm albenisi, göz alıcılığı ve dinamizmine karşın, güncel kent yaşamının bireyde uyandırdığı çaresizlik, parçalanmış benlik, arada kalmışlık ve yalnızlık…

 

Sanatçı, kent hayatında bireyin rasyonel motivasyonlu farz edildiği diskurundan yola çıkar. Halbuki birey, özünde irrasyonel motivasyon, arzu, içgüdü ve dürtü barındırır. Akdağ’ın figürleri rasyoneldir. Sahne ve mekânın ise, irrasyonel olduğu rahatlıkla seçilir. Bu ikili karşıtlık kullanımı, kent hayatında kendini doğasına yabancılaşmış hisseden bireyin paradoksunu yansıtır. İşte bu paradoks, sanatçıda üretim esnasındaki nevrozlarda hayat bulur. Sanatçının kendi oluşturmuş olduğu desen, kent hayatının ikircikli ve katı yapısının sanatçıda yol açtığı nevrozların eserlerinde kendini gösterme biçimidir.

 

Sanatçı figürlere de sembollik anlamlar yükler. Sahnelerdeki bazı figürler sanatsal olarak ilişkiler kurabilirken, bazıları bilinçli olarak sabitlenmiştir. Kentsel güncel yaşamın manevra alanlarımız genişmiş hissi uyandırmasına rağmen, içinde barındırdığı hiyerarşi, düzen arayışı ve tekdüze davranış kalıpları ile bireyde kısıtlanma duygusu yarattığı etkisini seyirciye iletilmesi amaçlanır. Bu sabitlenmiş figürlerle temsil edilen bireyler, normal davranış kalıplarına uymadıkları gerekçesiyle toplumun marjinlerine itilmiş olan bireylerdir.

Artaud’un oluşturup, Deleuze’ün zenginleştirdiği, hiyerarşik olarak örgütlenmiş olan sosyal yapıların kendini meşrulaştırdığı sisteme bir eleştiri niteliğinde olan organsız beden metaforu, bireyin iradesi dışında belirlenen, kendine yabancılaşmasına neden olan ve onu tahakkümü altına alan, tüm önceden belirlenmiş olan kurallara bir tehdittir. Bireyin kendi iradesi ile belirlediği ve yeniden tanımladığı bir organsız beden arayışı ile, mevcut toplumsal hiyerarşinin tersine çevrilmesi ve alternatif bir toplumsal yapı hayal edilmiştir.  Organsız beden metaforu ve bu eksende hayat bulan iktidar- beden diyalektiği Akdağ’ın eserlerinde de yankı bulur. İnsan ve hayvan figürleri incelendiğinde, bu figürler seyircide sanki saydammış gibi bir izlenim uyandırır; iç organlar resmedilmemiştir. Organların yerini tutan desen, adeta bir virüs gibi bedene nüfuz etmiş ve onu özgürleştirmiştir… İşte bu desen, bireyin kendisinin kurgulamış olduğu yeni bir yapay bedeni ve hayalinde canlandırdığı yeni bir sosyal formasyonu temsil eder: İnsanın doğasına sadık kaldığı ve özgürleştiği bir güncel yaşam… Bu aşamada sanatçı, seyircinin bilinçaltına ulaşmıştır artık. Akdağ’ın yapay bedenlerle temsili bireyleri, kentsel hayatta kendilerini yönlendiren, yöneten, etkileyen, kısıtlayan arzu, dürtü, ihtiyaç, güncel yaşam pratikleri ve davranış kalıplarını sorgulamaya yönelmişlerdir. Bireyin özgürlük ideali, Akdağ’ın temsili figüründe desen biçimde tezahür etmektedir…

Son üç yıldır ağırlıklı olarak kent içerisinde doğmuş, yaşayan kültürler, kent koşullarının sanatçı üzerindeki etkilerine yoğunlaştım.

 

2009 ve 2011 yıllarında 3500 metre ve üzeri dağlarda açtığım sergilerde “Gece Kulübü” resim dizileri yer aldı. Kentte doğmuş ve kentte hizmet veren gece kulüplerini dağ performansıyla anlatmak istedim.

 

“Güncel Yaşam Dizisi“

Gündelik yaşam saniyelik birçok kareden oluşur. An içerisinde anlamsız ama ilerleyen süreçte anlam kazanarak aklımızda büyük yer tutarlar. Kendi anlatım biçimimle,  gürül gürül akan hayat içerisindeki anlık görüntüler, kent katılığı içerisinde gündelik yaşam olarak resmededilmiştir. Yaklaşık ondört kareyle anlattığım sahneler kendi içerisinde de sahnelere ayrılmıştır. Birçok sahnede bireyin gün içinde yaşadığı birden fazla rol konu edilmektedir. Mekanına, statüsüne ve kültürüne göre oynadığı bu roller resimde çiğ renk geçişleriyle, form boyutuyla ve hatasız yapısallığıyla işlenmiştir.

 

Röportaj: Ayşe Gülay Hakyemez