mimar

Brabbu

Şehirli olmayı, daha yoğun, güçlü ve korkusuz tasarımlarıyla yansıtan bir tasarım markası…

Geniş bir ürün yelpazesine sahip olan BRABBU, mobilya, döşeme, aydınltama, halı-kilim ve sanat aksesuarları tasarlıyor. Bu yelpazede kullanılan dokular, kokular, tatlar ve renklerin hepsi şehir yaşamının içinden. BRABBU ürünlerini evinizin neresinde kullanırsanız kullanın, size kişiliğinizi, anılarınızı, şehir yaşantınızdan alıntılarlı mükemmel bir uyumla sunarak sadece bir tasarım ürünü olmadığını hissettiriyor. BRABBU tasarımları duyularınız için adeta bir hediye. Tasarım ekibi, inovatif materyal ve üretim teknikleriyle, daha kaliteli, fonksiyonel ve konforlu ürünler üretmeyi hedefliyorlar.

Tasarıma sanatsal bir bakış açısıyla bakmayı tercih eden BRABBU, koleksiyonlarında zarafeti şıklık ve elegansla birleştirerek evlere estetiği getirmeyi amaçlıyor.

Geniş ürün yelpazesinin, yerleştirildikleri mekan ile aralarındaki o mükemmel uyumu sayesinde BRABBU, tasarım referansı olarak kabul edilmek istiyor. Bunu da başarmış.

İç mimar, tasarımcı, mimar, fikir lideri, sanat sever ve medya kişilerinin aklına ilk gelen ve tercih edilen marka olmayı hedefleyen BRABBU, bunun için her türlü fırsatı değerlendiriyor.

BRABBU’nun kompakt çözüm önerileri, kişiye özel tasarım çalışmaları gibi hizmetleri sayesinde, eviniz veya projeleriniz hak ettiği değere ve özelliğe ulaşıyor. Her bir çalışmanın ayrı bir hikayesinin olduğunu belirten BRABBU tasarım ekibi, bu hikayeyi en iyi anlatanın, ürünler ve mekan arasındaki o eşsiz harmoni olduğunu belirtiyorlar.

dfot

Eylülü, @cizenbayan nickname’i ile sosyal medyada tanınan, mimar, blogger, gezgin Elif Tanverdi’nin Galata’daki evinde karşılıyoruz. Kendisi, yazıyor, çiziyor, festivallere gidiyor, gördüğü ülkelerde karşılaştığı sokak sanatı, etkinlikler ve görsel zenginlikleri fotoğraflıyor, seyahat ve şehir hayatı tüyoları veriyor. Ben de Elif Tanverdi’yi Şili’de kaldığı dönem takibe başlamıştım. Galata’da 3 aydır yaşamakta olduğu evinde, paylaştığı bir teras fotoğrafı sonrası bir ziyarette bulunmak, bu renkli evi bizzat görmek istedim. Farklı kültürlerden aldığı ilhamları rahatlıkla görebileceğimiz bu her köşesi sürprizlerle dolu evde bakalım neler gizli?

 

Galata’da Tünel’e çok yakın bir mesafede bulunan eski binaya, dar bir avludan giriş yapıyoruz. Birdenbire kendinizi Elif’in kendine özgü dünyasında buluyoruz. Merdivenlerin bitiminde, sağda ön tarafı mozaiklerle kaplanmış bir bar ile birleşen açık mutfak, solda salon ve manzara karşılaşıyor bizi. Ev bolca ışık alıyor. Oldukça dinamik ve aynı zamanda huzur verici bir atmosfere sahip bu yaşam alanı iki kattan oluşuyor. Girişte antre, mutfak ve salon, üst katta ise yatak odası ve genişçe terası olan bir çatı katı yer alıyor.  Evin genelindeki beyaz hakimiyetine Elif’in seyahatlerinden topladığı rengarenk eşyalar, Şili’den porselen tabaklar, duvar panoları, parlak renklerde Peru’dan ve başka ülkelerden dokuma kilimler, lomo makinalar ve daha birçok aksesuar eşlik ediyor.

Müzikle fazlasıyla iç içe olan ev sahiplerinin keyboard, ukulele, keman gibi çeşitli entrümanları da salonda sergileniyor.

Evin genelinde, özellikle detaylarda canlı renkler ve farklı geometrik desenler bir arada kullanılmış.

Kumaş ve belirgin büyük aksesuarlarda mint tonları kullanan Elif Tanverdi, terasta paletlerin yardımıyla ekolojik bir oturma alanı oluşturmuş. Bu köşeye ayrıca sıcağı seven kaktüsgiller can katmışlar.  Modern, ve bohem etkilerin görüldüğü evin diğer bölümlerinde de retro parçalar, grafik detaylar göz önünde.  Sanırız göze çarpan ya da çarpmayan daha birçok yere ait anı birikmiş bu evde.

Bizden bu kadar, devamı için

@cizenbayan

yazmaya ve gezmeye devam ediyor. Kendilerine her zaman mutlu ve keyifli bir yaşam diliyor, tanıştığımıza çok memnun ayrılıyoruz bu eğlenceli evden.

dfot

 

Eminiz birçoğunuz bizim gibi, gezdiğiniz tarihi yörelerde, farklı ülkelerde veya şehirlerde bazı kapıların önünde durup kalıyorsunuz. Ya onu görüntülemek istiyorsunuz ya da hikayesini öğrenmek için dayanılmaz bir istek duyuyorsunuz. Çok da haklısınız, bazısına kapı deyip önünden geçip gitme mümkün değil. Sizi gizemli bir yolculuğa çıkarıverir, o şehrin kültürel ve sosyolojik durumu, ev sahiplerinin yaşam şekilleri veya mimarinin genel çizgileri hakkında sınırsız bilgi fısıldar dinlemesini bilenin kulaklarına.

 

Kapılar, çok dost canlısı  görünebilirler ama bir o kadar da nerde durmasını bilecek kadar güvenilir dostlardır aman bir yanlış anlama olmasın. Ev sahibi hakkında, onun sizin bilmenizi istediği kadar bilgiyi verirler, bir fazlasını değil. Aksine sırların ve özel hayatın en sıkı koruyucularıdır, hiç boş bulunmazlar.

 

İşte bu yüzden her kültürde, her coğrafyada ve her mimari tarzda kaçınılmaz olarak yerlerini alırlar yaşadığımız dünyanın cansız arabulucuları olarak. Çok politik ve stratejik bir konumlamalarının farkında olacak şekilde baş kaldırırlar zamana ve dış dünyaya.

 

Biz bu yazıda farklı coğrafya ve kültürlerden kapılar hakkında bilgiler vermeye çalıştık. Fakat konu o kadar geniş ki tabi hepsine değinemedik. Designmixer köşemizde de Uzakdoğu kapıları hakkında bir inceleme bulacaksınız şimdiden söyleyelim. Kaçını

 

 

 

 

 

 

 

Osmanlı’da Kapılar

 

Türk Medeniyeti ve kültüründe kapıların önemi büyüktür. Kapılar, genellikle ahşap ve işlemeli olurdu. Her kapının ayrı bir kimliği vardı. Ekonomik olarak iyi durumda okumuş ve kültürlü ailelerce kapıya yıldız, gezegen, çiçek ve meyve resimleri işli olurdu. Osmanlı aile hayatındaki mahremiyet önem arz ederdi. Konakların giriş kapısında bulunan kapı tokmakları gelenin kimliğini anlamak için farklı dizayn edilirdi. Gelen kişinin beyefendi mi hanımefendi mi olduğunu ayırmak için kapı tokmaklarının çift halkadan müteşekkil yapıldığını biliyor muydunuz?

 

Bunlardan genellikle, aslan başı motifli ve büyük olanı kalın, çiçek motifli ve küçük olanı da ince ses çıkartırdı. Eğer eve bir beyefendi misafir gelmiş ise, kalın sesli tokmağı tıklatır, içerdeki ev sahibi gelenin beyefendi olduğunu anlar, kapıyı evin beyi açar, bey yoksa mahremiyete uygun olarak kapı açılırdı. İnce sesli tokmağın sesi duyulmuş ise, gelenin bir hanım olduğu anlaşılır, kapıyı evin hanımı açardı.

 

Osmanlı döneminde yalıların rengi önceden belirlendiği aktarılan kitapta, “aşı rengi” denilen kırmızı renkli yalılar devlet mensuplarının, açık renkli yalıların Müslümanların, gri ve tonlarındaki yalıların gayrimüslimlerin yalı olduğu, bu kurallara uymayanların yalılarına el konulduğu, kendilerinin de sürgüne gönderildiği kaydediliyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Anadolu’da Kapılar

 

Ahşap, Anadolu’da kapılarda dile gelir.
Oymasıyla, kakmasıyla, meşeye, cevizağacına, kızılcığa, akçaağaca işlenir. Kah caminin kendisi kah minberi kah vaaz kürsüsü kah pencere çıkmaları ahşapla şekillenir, güzelleşir.
Bazen boyanır bazen üzerine mozaikler yapıştırıldı.
Bazense bedeni oyula oyula kitabeler, ayetler kazınırdı. Sivil mimarideyse ahşapın en güzel işlendikleri yerler evlerin kapılarıydı.
Çünkü Anadolu için kapılar, sokaklarla evin sınırıydı.
Kapılar mahremiyetin sinir uçlarıydı.
Öyle ki yanla gözle bakamaz, zorlayamazdınız.
Sadece hayran kalabilirdiniz.

Anadolu insanının evlerinin, konaklarının, dergahlarının, kiliselerinin  kapılarını çivisiz, birbirine geçmeli kündekariyle, derin oymalı desenlerle, ayetlerle, Ermeni güneşiyle, çiçeklerle nasıl özene bezene süslediğine tanık oluyorsunuz.
 Anadolu insanı için kapı içine ruh katılması gereken, işlenmesi, boyanması gereken estetize edilmesi gereken bir şeymiş.

 

Örneğin İç Anadolu’da eskiden ev sahibi hacca gitmiş ise kapı rengi yeşile boyanır,  beyaz renkli ay ve yıldız sembolleri yerleştirilirmiş.  Yabancı biri geldiğinden kapıların renk farklılıkları dikkat çekermiş.


Ege’de Kapılar Mavi Kapılı Evler

Ege’de pencereleri ve kapıları çivit mavisine boyalı eski rum evlerine bakarken mavinin yolculuğunu merak ederiz hep. Aynı maviyi bölgede, Adana, Mersin ve Antep’te de gördüğümü hatırlayıp bunun kadim bir gelenek olabileceğini, hatta dini bir motifle alakasını düşünebilirsiniz. Oysa gerçek çok farklı: çivit mavisini ateşin rengine benzettiği için akrepler uzak dururlarmış meğerse evlerden ve o yüzden maviye boyanırmış kapılar, pencereler. Buna ne diyeceksiniz?

Dünyanın Bazı Bölgelerinden Rengarenk Kapılar

Venedik Körfezi’nin kuzey ucundaki balıkçı adası Burano kentten yedi kilometre uzaklıkta yer alır. Bu bölgede dört ada köprülerle birleştirilmiştir. Şöhretini rengarenk evleri ve özel danteline borçludur Burano. Peki neden renkli kapılar? Rivayete göre evleri farklı renklere boyayanlar kadınlarmış. Sebebi ise gayet basit; akşam eve sarhoş dönen balıkçı kocalar yanlış kapıyı çalmasın diye! Kocalarının renkleri unutmaması için teknelerini de aynı renge boyarlarmış üstelik.

Aynı durum Hollanda’nın Volendam kasabasında da geçerli; kasabadaki evlerin kapısı farklı renklerde. Nedeni ise Burano’dakinle aynı. Balıkçılar akşamları içki içince sarhoş olup evlerini şaşırıyorlarmış. Her evin kapısının rengi farklı olunca evlerini kolaylıkla bulabiliyorlarmış. Orada evleri boyayanlar eşler mi yoksa balıkçıların kendisi mi, o konuda kesin bilgiye ulaşamadık.

Şeytan Kovan Nepal Kapıları

Nepal’in Kirtipur kasabasında, ailece yemeğe başlamadan evvel bütün ev halkı yemeklerinin bir kısmını dışarıya şeytana bırakıyor. Amaç şeytanı bu yemeklerle oyalamak ve içeri girmesine engel olmak. Bu yüzden her evin kapısında topraktan yapılmış kaplar mevcut. Çıkış noktasını korku da oluştursa aslında ne güzel bir gelenek.
Feng Shui Öğretisinde Kırmızı kapı

Birçoklarına göre feng shui öğretisinde kırmızı kapı şans getirir. TaBu kısmen doğru olsa da aslında biraz yüzeysel bir bilgi. Oysa evin enerji durumunu bilmeden ezbere girişe kırmızı yerleştirmek fayda değil zarar bile getirebilir felsefeye göre.

Aslı şu: Feng Shui uyumu yaratmak için evinizin ön kapısı hangi yöne bakıyorsa o yönün elementine göre boyayın:
Güney, güneybatı ve kuzeydoğu için kırmızıya, 
Kuzey, doğu veya güneydoğu için maviye, 
Batı, kuzeybatı veya kuzey için beyaza, 
Doğu, güneydoğu veya güney için yeşile.

Bu öğretiyi ve yukarıda saydığımız gelenekleri bugün uygulamanın çok da kolay olmadığının farkındayız. Ama uygulama yani kapılarınızı kişiselleştirme ve onlara birer hikaye ekleme şansınız varsa, bunun da ne kadar keyifli sonuçlar verebileceğini görelim diye yayınladık tüm bu orijinal kapı görsellerini. Nasıl çok tahrik edici değil mi?

 

 

 

dfot

 

KAĞITTAN HAYALLER ATÖLYESİ

PAPİER ATELİER

Her şey izledikleri ”Away We Go” filminin etkisiyle başlamış meğer!

Filmdeki BURT adlı karakterin kağıttan maketini yapma dürtüsüne karşı koyamamışlar ve iş almış başını gitmiş. 2011 yılında ‘’Anything with paper’’ motto’sunu benimseyen Türker Akman ve Deniz Yılmaz tarafından kurulan Papier Atelier tam anlamıyla bir kağıt heykel atölyesi. Onlar, her gün elimizin altında olan üzerlerine karaladığımız, notlarımızı aldığımız, kimi zaman yırtıp attığımız kağıtlara farklı bir boyut ve anlam yükleyerek adeta hayat veriyorlar. Her bir parçayı birer sanat eseri haline getiriyorlar. En büyük ilham kaynağının hayaller, filmler ve insanların büyülü hikayeleri olduğunun altını çiziyor ikili. İşin en güzel tarafı ise hayalleri gerçekleştiriyor olmaları. Düşünsenize, hayallerinizi sipariş ediyorsunuz! Ben kendi adıma Deniz ve Türker’e teşekkür ediyorum; hem ilham kaynağı oldukları hem de hayalleri gerçekleştirmeyi seçtikleri için.

Biraz kendinizden bahseder misiniz?

Türker:Ben  mimarlık ve dergi tasarımı yapıyorum

Deniz: Ben de  match-up isimli basılı bir dergi çıkarıyorum. Aynı zamanda da 3 yıla yakındır Papier Atelier için kağıt heykeller tasarlıyoruz.

Beraber böyle bir projeye nasıl dahil oldunuz? Hayallerle dolu bu yolculuğun hikayesini bizimle paylaşır mısınız?  

Bundan birkaç yıl önce izlediğimiz bir filmdeki karakterin (Away We Go filmindeki Burt karakteri) kağıt heykelini yaparak bu proje şekillendi kafamızda. Önceleri sadece kendimiz için birkaç adet kağıt heykel yaptık, sonra ise gelen istek ve ilgi üzerine başka çalışmalar da yapmaya başladık. Aslında ilk başta amacımız sadece filmdeki karakterin küçük bir kağıt modelini yaparak eğlenmekti. Sonraları rüyalarımızda gördüğümüz ve ünlü isimler arasında sevdiğimiz insanların kağıt heykellerini yaptık. Birçok konuda fikir alışverişi yaptığımız ve çift olduğumuzdan ortak bir şeyler yapmayı çok istediğimiz için Papier Atelier projesi bizim için çok özel ve ilk.

Neden kağıt peki ? 

Kağıt aslında tasarımın başladığı yerdir. Fakat son ürüne gidilirken kağıt bir kenarda unutulup gider. Bizim amacımız hayatımızın her yerinde yer verdiğimiz bu malzemeye bir değer katmak.

Workshop çalışmalarınız var mı? Bize bilgi verir misiniz biraz? 

Düzenli olmamakla birlikte workshop çalışmaları yapıyoruz. Hatta 21 Haziran Cumartesi günü de Karaköy’de bir tane düzenliyoruz.

Bu workshoplar genelde bir günde oluyor ve 6-8 saat sürüyor. Önceden belirlenmiş bazı modellerimiz oluyor. Katılımcılarla birlikte önceden hazırladığımız kalıplardan kesip, ortaya çıkan parçaları yapıştırıp, bu parçaları boyayarak heykeli tamamlıyoruz. İnsanlar yer yer “Sanırım ben yapamayacağım!” diye panikleseler de sonunda herkesin kendilerine ait güzel birer kağıt heykeli oluyor…

Şimdiye kadar en vazgeçilmez karakteriniz hangisi?

En sevdiğimiz karakterimiz bizim için ilklerden biri olan “Fisherman” ve “Mademoiselle Coco Chanel”.

Sizce bu sanat Türkiye‘de yeterince ilgi görüyor mu veya tanınıyor mu?

Kağıtta kullandığımız teknik, kullanılan geleneksel yöntemlerden biraz farklı olduğu için Türkiye’de pek tanınmıyor. Yurt dışında ise ilham verici güzel çalışmalar yapan kişiler var.

Yurt dışından kimleri takip ediyorsunuz? 

Yurt dışından beğendiğimiz işler yapan isimlerden ilk aklımıza gelenler: Sher Christopher ve Asya Kozina. Ama bize en çok ilham veren kişi şüphesiz ki Turhan Selçuk.

Siparişler nasıl bir süreçten geçiyor? 

Öncelikle sizden yaptırmak istediğiniz heykelle ilgili detaylı bilgi istiyoruz. Kafanızda canlanan sahneyi anlatmanızı istiyoruz. Bu hikayeden kullanabileceğimiz detayları belirliyoruz. Eğer yapılacak heykel bir kişi içinse mümkün olduğu kadar fotoğrafla birlikte kişiye özel detayları alıyoruz.

Bunun üzerine bizim kafamızda oluşan sahnenin eskizini paylaşıyoruz. Eskizin üzerinden tekrar konuşarak sahnenin son halini hazırlıyoruz.

Bundan sonra çalışma bilgisayar ortamına geçiriliyor ve detaylandırmalar başlıyor. Bütün duruşlar, ifadeler, büyüklükler, renkler… gibi detaylar bu süreçte belirleniyor. Bilgisayar ortamındaki çalışma son bulduktan sonra tekrar kağıda dönülüp heykelin hayata geçme süreci başlıyor. Düz bir kağıtla başlayan süreç bu kağıdın kesilip, kıvrılıp, yapıştırılması ile bir hacme bürünüyor.  Daha sonra bu kağıt istendiği şekilde renklendiriliyor ya da kağıdın doğal renginde bırakılıyor. Bu süreçten hiç bir fotoğrafı paylaşmıyoruz. Mümkünse de teslimi elden yapmayı tercih ediyoruz. Bu sayede heykel sahibine ulaştığındaki aralarında kurulan bağı izleme şansına sahip oluyoruz  ki bu da belki de işin en zevkli kısmı oluyor bizim için.

Farklı projeler var mı bizi bekleyen?

Şu sıralar sevdiğimiz bazı sanatçılarla ortak çalışmalar yapıyoruz. Onların farklı disiplinlerde üretmiş oldukları eserlerin kağıttan heykellerini yapıp paylaşıyoruz. İleride de kendi karakterlerimiz ve onların hikayeleri ile bir sergi düzenlemek için çalışmalarımızı da sürdürüyoruz.

Bu işin püf noktası nedir sizce?

Anahtar kelimemiz “sabır”. Çünkü süreç gerçekten yavaş ve zorlu işliyor. Kullandığımız teknikte istenilen geometrik etkiyi almak için keskin köşelerin birleşimlerinin kusursuz olması gerekiyor. Bu yüzden de hataya pek yer yok.

İlerde bir sergi açmayı düşünüyor musunuz? 

Kesinlikle düşünüyoruz ve bir süredir bu konuda da fikirler üretiyoruz.

 

Nerelerden ulaşabiliriz Papier Atelier heykellerine?  

Şu an sadece internet üzerinden www.papieratelier.com adresinden ulaşılabiliyor heykellerimize. Gerçeklerini şu an için sadece workshoplarımız sırasında, ya da yer aldığımız özel etkinlikler için düzenlediğimiz mini sergileri ziyaret ederek görebilirsiniz.

dfot

 

 

Frank Owen Gehry

Gerçek adı Ephraim Goldberg olan Frank Owen Gehry,  28 Şubat 1929 Toronto Ontario’da doğmuş. 1947’den itibaren Los Angeles, Kaliforniya’da yaşayan ünlü mimar, University of Southern California ve Harvard’da mimarlık eğitimi aldıktan sonra 1963 yılında Frank O. Gehryand Associates adıyla kurduğu şirkette mesleğe başlamıştır. 1979’dan sonra şirket Gehry&Kruegerinc adıyla faaliyetine devam etmiştir.

Mimaride “Dekonstrüktivizm”in öncü uygulayıcılarından biri olan Gehry’nin, çalışmaları mimar ile tasarımı ya da sanatı ve çevreyi birleştiren çarpıcı birer örnek olarak değerlendirilmektedir. Frank Gehry ise mimari yaklaşımını şu cümleyle özetler: “Uyandım, traş olmak için banyoya gittim, banyo çok karanlık ve havasızdı, elime bir çekiç aldım ve banyo duvarında bir pencere açtım bundan sonra bütün mimarlık anlayışım değişti.”

Balık Karada Frank Owen Gehry ile hayat buldu.

Ayrıca “ Büyükannemin yemeklerinden bina yaptım ” diyen 85 yaşındaki ‘yaşayan en ünlü mimar’ ünvanlı, Pritzker ödüllü Frank O. Gehry; yapı, aksesuar ve takı tasarımlarında ve heykellerinde kullandığı balık figürü çıkış noktasını şöyle anlatmaktadır: “Toronto’ da yaşarken büyükannem her Perşembe balık halinden kocaman canlı bir sazan balığı alır ve evde suyla doldurduğumuz küvete koyardı. Bende gün boyu küvetin yanında oturup balığın kıvrılıp bükülerek yüzüşünü seyrederdim. Daha sonra büyükannem balığı pişirmek için öldürürdü. Bu benim için her zaman katlanılması zor bir tecrübe olmuştur. ” Sonraki yıllarda Katolik öğrencilerden oluşan bir okulda okurken Yahudi olmasından dolayı ve “korktuğu” gerekçesiyle kendisine ‘balık’ diye lakap takıldığını ve bu takma adı kesinlikle aşağılama olarak algılamak yerine benimsediğini, öyle ki ilk tasarımlarını ‘Frank’ yerine ‘Fish’ (Balık) yazarak imzaladığını anlatmaktadır. Ayrıca yaşamındaki bir diğer “balık” detayı da 28 Şubat 1929 yılında Toronto’ da doğmuş olmasıdır. Yani Frank Gehry bir ‘balık’ burcudur. Bununla da kalmayarak çocukluk ve gençliğinde “balık” kelimesi ile bu kadar haşır neşir olan Gehry tam da bekleneceği gibi 80’lerde tüm dünyayı kasıp kavuran post-modern mimariyle dalga geçmek için bir sembol aradığında yine karşısına ‘balık’ çıkmıştır.

“Meslektaşlarım post-modern akıma kapılıp Yunan tapınaklarını yeniden inşa etmeye başlamışlardı. Herkes çılgın gibi ‘geçmişi geri getirme’ telaşındaydı. Buna karşı çıkarak, ‘ileri gitmek için kendinize güveniniz yoksa ve geçmişi yaşatmaya kararlıysanız bari onu düzgün yapın, gerçekten eskiye gidin’ dedim. Balığın suyun içindeki hareketlerinden esinlenen, hatta birebir ‘balık’ şeklinde binalar ya da devasa anıtlar tasarlamaya, inşa etmeye başladım.” diyerek mesleğinin o yıllarını anlatmaktadır. “Yeter artık balık formunu kullanmayacağım’’ dediğim zamanlar olu- yor. Fakat, kalemimin ucunda benden bağımsız hareket eden bir balık yaşıyor. Herhalde büyükannem gelip onu pişirene kadar balık çizmeye devam edeceğim.” diyen Gehry’ nin bugüne kadar İspanya Bilbao’ daki Guggenheim Müzesi, Barcelona’ da yaptığı otelin çatısına kondurduğu bakır balık strüktürü, ABD Los Angeles’ ta yeni yapılan Walt Disney Konser Salonu, Mineapolis’ teWalker Art Center’ ın avlusuna koyduğu balık heykeli, Japonya Kobe’ de balık restoranı, çeşitli lambalar, Tiffany’ s için tasarladığı balık formlu mücevherler ve Alessi için tasarladığı ‘Pito’ çaydanlık içindeki balığı dışarı çıkaran tasarımlarından sadece birkaçıdır.

Çıkış noktasının Le Corbusier’ nin garip organik formlu “Notre Dame du Haut” kilisesi olduğunu iddia edilen, o en çok Alvar Aalto’ dan ve Louis Khan’dan etkilendiği söylenen Frank Gehry’nin, meslek hayatında mimarlık çizgisi ticari bir bakış açısındansa sanatsal atölye çalışmasına kaymıştır. 1970’ lerin sonlarında mimari tarzını dekonstrüktivizminana temellerine dayandırmaya başlamıştır. Yapılar yapmak yerine özgün ve fonksiyonel içinde hayat olan heykeller tasarlamaktadır. Büyük ölçekli kamu binalarında bu heykelsi anlatımı ile büyük başarı kazanmıştır. Frank Ghery’ nin bilinen bina tasarımları arasında; Dans Eden Ev (Prag), Gehry Tower (Almanya), Guggenheim Müzesi Bilbao (İspanya), Pritzker Pavyonu (ABD), Walt Disney Concert Hall (ABD), DG Bank (Almanya)  bulunmaktadır.

Frank Ghery’ nin 1980 yılında ABD’de Santa Monica Place isimli alışveriş merkezi tasarımı 1989 yılında Pritzker Mimarlık Ödülü almıştır. Bina birçok dizi ve filme arka plan olarak eşlik etmiştir (Pretty in Pink, Terminatör 2 gibi). ,

İstanbul’u çok sevdiğini söyleyerek Yale Üniversitesi’ndeki öğrencilerini İstanbul’a getirip Ayasofya’yı gezdiren ve sıkı bir Mimar Sinan hayranı Frank OwenGehry’nin Türkiye’de adı uzun süre Suna ve İnan Kıraç

Vakfı’nın İstanbul Tepebaşı’nda bulunan arsaya da bir Sanat Projesi ya-

pacak olması ile anılmıştır. 2005’ de Tepebaşı’nda 14000 metrekarelik alanda yapılması planlanan henüz hayata geçirilememiş olan “Suna Kıraç Kültür Merkezi” projesi için “son işim” diye tanımlayan mimar üretmeye devam etmiştir.

2011 yılında tamamlanan Manhattan’da tasarladığı ilk gökdelen 8 Spruce Street GehryTower, orjinal adıyla Beekman Tower sürekli dönen cephe tasarımı ile yapının etrafında yer alan şirketlerin standartlaşmış ve birbirine çok benzeyen binalarına eleştirel yaklaşımlı konut projesi olarak tanımlanmaktadır.

Gehry’nin çoğu kez ayakta alkışlanan fakat bir o kadar da eleştirilen özellikle de mühendisler tarafından eleştirilen eğrisel formlar ile dekonstrüktivist çizgisini birleştirdiği yapıları mimari çevrelerin dışına çıkıp halkı hatta Hollywood yıldızlarını bile etkisi altına almaktadır. Örneğin; tasarım ve mimariye merakıyla ünlü aslen grafik tasarımcısı olan Brad Pitt’e bir çeşit mimari danışmanlık yapmıştır. Hatta İngiltere’de lüks bir toplu konut projesini birlikte yapmaları gündeme gelmiş, ancak Pitt’in işlerinin yoğunluğu sebebiyle proje henüz gerçekleşememiştir. Gehry birkaç yıl içerisinde aktörlüğü bırakacağını söyleyen Pitt’i yapmak istediği mimarlığa ısındırmaktadır.

Gehry’nin küçük bir çocuğun oyun oynamasını andıran yaratım süreci sayfaya anlaşılmaz bir şeyler karalamak, karton-makas-yapıştırıcı kullanıp üç boyutlu modeller yaratması The Simpsons’ın 16. sezon 14. bölümünde yer almasına neden olmuştur. Projelerini elle çizen, kartondan maketlerle çalışan, bilgisayar programı kullanmayan, ilerlemiş yaşına rağmen birçok genç mimarda olmayan yaratma tutkusuna, bakış açısına ve heyecana sahip mimar halen tüm dünyada pek çok alanda örnek gösterilmektedir.

1999′ da American Institute of Architects Gold Medal’ı alan malzeme ve biçimlerin usta mimarı diye adlandırılan Frank Ghery, son olarak Facebook CEO’su Mark Zuckerberg’in yeni kompleksi için anlaşmış bulunmaktadır.

dfot

 

GOTWOB

 

GOTWOB Tasarım Atölyesi, mimarlar Begüm Çelik ve Berk Şimşek tarafından 2009 yılında İstanbul’da kuruldu.

GOTWOB Tasarım Atölyesi’nin faaliyet alanı, mobilya tasarımının yanısıra, geniş bir yelpazede mimari ve iç mimari projeleri de içermektedir.

2010 yılında GOTWOB, Dank ile işbirliği yaparak GOTWOB ofisinin de içinde yer aldığı ve GOTWOB tasarımlarının satışa sunulduğu İstinye’de HANGAR’ı kurdu.

GOTWOB 2013 yılında Alman Brickhous Publications Interior Designs kitabında gerçekleştirdiği bir restoran projesi ile yer aldı.

GOTWOB süreklilikle, Milano Il Saloni gibi uluslararası tasarım fuarlarında ürünlerini sergilemeye ve kendini geliştirmeye devam ediyor.

dfot

 

Earthship Evler

Sürdürülebilir Yaşam Teknesi olarak adlandırılan evler; Earthship ‘lerin her birinde müthiş bir geri dönüşüm serüveni yatıyor.

İklim değişikliği, sınırlı su, yükselen petrol, elektrik ve hatta geçinme gibi temel gıda fiyatları ve güvensizlikleriyle mücadele ettiğimiz bu zamanlarda dünyada yeni bir bilinç doğmaya başladı. Bu bilinç dünyanın bir bütün olduğunun, her etkinin bir tepki doğuracağının ve günümüzün kullan-at mantığına dayalı lineer ekonomik sisteminin bizlere hatta dünyaya  neler katabileceğinin kanıtı; Earthship evler. Bu ortak bilinç sayesinde dünyada yenilenebilir enerji, sürdürülebilirlik, geri dönüşüm ve doğala dönüş hiç olmadığı kadar önem kazanmaya başladı.

Amerikalı mimar Michael Reynolds, bu, günün yavaş yavaş genele yayılan bilincinin kaçınılmaz olduğunu 40 yıl önce öngörmüş. Daha o günlerde, geri dönüşümlü metaryeller kullanarak, tüm merkezi altyapı şebekelerinden bağımsız, kendisine yetebilir evler inşa etmiş. ‘Earthship’ adı verilen bu evler cam şişelerden kullanılmış araba lastiklerine, alüminyum içecek kutuları; yani medeniyetin çöp olarak gördüğü malzemelerden oluşturulmuş ve gelişmeye de devam ediyor.

Earthship evleri ortaya çıkarmak için devlet otoriteleriyle büyük mücadele vermek zorunda kalan Reynolds’ın tüm Earthship macerasını anlatan bir belgeseli de izlemeniz mümkün. “Garbage Warrior” ismindeki belgeseli ile uluslararası film festivallerinde ödüller alan Reynolds, Eartship’in bir evden daha fazlası olduğunu öyle ki yarınların belirsiz denizlerine yelken açabilmemizi sağlayan taşıtlar olduklarının altını çiziyor.

Earthship’ler kendi elektriklerini üretiyor, güneş ile ısınıp soğuyor, yağmur ve kar suyunu saklayıp, dönüştürerek dört defa kullanabiliyor, kanalizasyonu arındırıyor, yıl boyu gıda üretimi gerçekleştiriyor. Kısacası Earthship’in esas amacı ; dünyanın çevre sorunlarına karşı insanlara alternatif yaşama yöntemlerinin var olduğunu göstermek.

Eartship’ler dünyaya adapte olup, sahiplerinin temel ihtiyaçlarını karşılıyor. Bunun için altyapı sistemlerine bağlanmaya ihtiyaç duymadıklarından fatura ve masrafları yok denecek kadar az. Böylece altyapı sisteminin gitmediği ya da gidemediği, şehrin dış kısımlarında kalan arazilerde, yeni tür yapılanmalara gidilebiliyor.

Örneğin atık araba lastikleri de genellikle yakıldığından, çevreye fazla miktarda zehirli gazın yayılmasına neden oluyor. Earthship’lerde ise  bu atık lastikler termal kütlenin meydana getirilmesi için kullanılıyor. Hurda araba lastiklerinin içine toprak dolduruluyor.

Bu toprak, kompakt hale gelene kadar sıkıştırılıp dövülüyor ve evin ana duvarlarında kullanılmak üzere 150 kiloluk bir tuğla meydana gelmiş oluyor. Bu duvarlar lastik kauçuğu gibi esnek olduklarından depreme karşı dirençli oluyorlar ve toprakla sıkıştırıldıklarından yangın geçirmiyorlar. Aynı zamanda geniş oldukları için herhangi bir temele ihtiyaçları yok. Earthship’lerde kullanılan bir diğer sıradışı yapı materyali ise cam şişeler ve alüminyum kutular. Bu materyaller ‘küçük tuğlalar’ gibi kullanılarak yapısal olmayan iç bölme duvarları örülüyor. Kullanılma amacı duvarda hacim kaplayarak gereğinden fazla malzemenin kullanılmasını önlemek. Güneşin altında tüm gün beklemiş bir kayanın güneş battıktan saatler sonra bile sıcak kalmaya devam etmesi gibi Earthship’ler de ısıtma ve soğutma ihtiyacını karşılamak için toprak dolu atık lastikleri kullanıyor. Güneş ışığı, evi bir pil gibi şarj ediyor ve izolasyon bu ısıyı uzun süre muhafaza ediyor. Dışarıdaki sıcaklık 45 °C ya da – 30 °C olsa bile evdekini, oda sıcaklığında sabit tutuyor.

Bu evlerin, doğal bir havalandırması da mevcut elbette. Toprağın altındaki hava borularından gelen serin havanın çekilip, yukarıdaki hava bacalarından çıkması sağlanıyor. Böylece evin içinde doğal bir hava sirkülasyonu oluşuyor. Earthship’lerde sera alanları bulunduğu için evin içerisindeki bütün camları kapattığınızda evin içindeki hava dışarıdaki havadan her zaman daha temiz oluyor.

Earthship’ler banyodan gelen suyu evin içerisinde bitkilerin yetiştiği botanik hücrelerde arındırıyor, sonra sifon suyu olarak tekrar kullanıyor ve böylece suyu üç defa kullanarak ciddi bir tasarruf gerçekleştirmiş oluyor. Sifonun çekilmesinden sonra oluşan su ise sıvı gübre olarak dış mekan botanik hücrelerinde kullanılıyor. Böylece kanalizasyon hattına bağlanma ihtiyacı ortadan kalkıyor. Ülkemizde elektriğin doğalgazdan üretildiğini düşünürsek, pahalı olmayan bir enerji sistemi yok. Ama Earthship kendi elektirik enerjisini üretmek için güneş panelleri ve rüzgar türbinleri kullanıyor. Üretilen elektrik akülerin içerisinde depolanıyor. Güneş ışığının yeterli olmadığı yerlerde, rüzgâr türbinleri de sisteme ekleniyor. Dolayısıyla hiçbir elektrik şebekesine bağımlı kalmıyorsunuz. Earthship’lerin genel olarak üç cephesi ağır duvarlarla kapalı oluyor ve güneş ışığından maksimum derecede faydalanmak için de güney cephesi güneşe dönük kalıyor. Bu sayede aydınlatma sorunu da çözüme kavuşturuluyor.

dfot

 

Amasra’dayız.

İstanbul ve Amasra arasında yaşayan mimar Gülce Gökmen Türk ile eşi ressam-tasarımcı Mustafa Türk’e ait olan iki katlı daire; Amasra’nın merkezindeki tepelerden birinde konumlanmış 5 katlı bir binanın en üst katında bulunuyor. Giriş katta salon, mutfak ve müstakil banyolu misafir odası bulunuyor, üst katta ise ebeveyn odası ve teras var. Her biri deniz manzaralı odalar; 180 m2’lik bir alana yerleşiyor.
Projelendirme ve yapım aşaması 6 ay gibi bir sürede tamamlanan ev; tasarımcılarının zihninde birbirine yönelen mekanlarla akıcılık kazanan; rahatlık odaklı sade bir ev olarak yola çıkmış. ‘eski’nin yaşanmışlık deneyiminden aldığı güçle grafiksel detayları birleştirerek yer yer klasik detayların da dikkati çektiği retro-modern tarzını ortaya koymuş.Eve adım attığınızda tavanda antre, salon ve mutfağın ortasından geçen geniş bir kiriş dikkat çekiyor. Brüt beton olarak bırakılmış bu kiriş; birbirine bağlı bu üç mekan arasında ortak bir geçiş sağlıyor.Harman tuğlasının sıcak etkisi, yemek bölümündeki geniş duvarda kaplama olarak, antreyi mutfağa bağlayan geçişte kolon olarak, antreden salona geçişte ise ahşap lentonun bittiği yerdeki kenar detayları olarak karşımıza çıkıyor. Birbirine bağlı bu üç mekanın tavanından geçen doğal ahşap kirişlerin köşeleri yuvarlatılarak doğal bir görünüm kazandırılmış.
Duvarlar ve ahşap parkelerde, renk olarak; evin genelindeki tonlarla kontrast oluşturması için beyaz tercih edilmiş.Tamamı deniz gören pencerelerde perde yerine duvarla aynı renkte düz stor kullanılarak; perdenin sınırlayıcı etkisinden kurtulmak istenmiş.
Mobilyaların tamamı ev sahipleri tarafından tasarlanarak marangoza yaptırılmış. Oda kapıları, yemek masası, kitaplığın konstrüksiyonu ve aile yadigarı mermerlere yaptırılan ayaklarda ortak dil olarak diagonal hatlar dikkat çekiyor. Zemin kaplaması olarak seramik ve parke kullanılmış. Antre ve mutfakta kullanılan altıgen formdaki seramikler; evin genelinde etkisini gösteren diagonal hatlarla yuvarlak formlu mobilyalar arasında bir denge unsuru olarak düşünülmüş. Ayakkabılık olarak da kullanılan aile yadigarı sandığın üzerine; doğal ahşap askılık takılarak vestiyer ihtiyacı kısmen giderilmiş.
Mimarın eskiciden aldığı dresuvarı; her mekanda karşımıza çıkan ev sahibi Mustafa bey’in yağlı boya tablolarından biri süslüyor. Fotoğrafçılıkla da uğraşan ev sahipleri evlerinin duvarlarında kendi çektikleri fotoğrafları da sergiliyorlar. Salondaki geniş kanepe dışındaki tüm mobilyalar ya eskiciden alınarak kaplatılmış ya da marangoza yaptırılmış. Yemek masasının başlarındaki oymalı sandalyeler aile dostlarının hediyesi.
Tamamı deniz gören pencerelerde perde yerine duvarla aynı renkte düz stor kullanılarak; perdenin sınırlayıcı etkisinden kurtulmak istenmiş.
Üst kata çıkan masif ahşap olarak merdiven beyazlatılmış açık meşe yaptırılmış. Sık aralıklı korkuluklar griye boyanarak modern bir etki oluşturulmuş.Üst katta bulunan ebeveyn odasında tavan komple ahşap kaplanarak beyaza boyanmış. Yine ahşap kirişler kullanılarak çatının formu belirginleştirilmiş. Yatak başı olarak doğal ahşap plakalar farklı aralık ve ebatlarda çakılarak, seçilen renklerde boyanmış, mobilyalar mimarın tasarımı.
Ebeveyn odasına açılan banyoda; ev sahibi Mustafa Bey’in demir ustasıyla birlikte yaptığı ayna; yine harman tuğlasıyla oluşturulan diş üzerine monte edilmiş. Banyonun tavanı da ebeveyn odasıyla aynı nitelikte düşünülmüş.

 

dfot

dfot

 

AMMOS HOTEL,GİRİT
Lezzet, Konfor ve Tasarım
Otelin sahibi Nikos Tsepetis’in “Hiçbir zaman büyüme, fakat her zaman geliştir” felsefesi tesisteki olağanüstü hizmet anlayışının ve gösterilen özenin de temelini oluşturmuş.Hepsi deniz manzaralı ve yattığınız yerden dalgaların sesini dinleyebileceğiniz kadar denize yakın 33 standart odası ve 1 suitiyle Ammos Yunanistan’ın en popüler otellerinden biri.Bu popülerliğin bir sebebi de otelin standartın üstünde bir hizmeti uygun fiyatlara alabiliyor olmaları. Ünlü Yunan mimar Elisa Manola tarafından yapılan çarpıcı ve çağdaş iç tasarımı nedeniyle özellikle otel sade ama konforlu bir tatil geçirmek isteyenlerin gözdesi oluyor. Kendisi de bir tasarım tutkunu olan otel sahibi Nikos, her yıl otelin dekorasyonuna küçük eklemelerle yenilik getirmeyi tercih ediyor. Bunun için de yerel tasarımcıların özel tasarımlarını keşfetmeyi ve onları dekorasyona entegre etmeyi tercih ediyor.Nikos’un son eklediği parçalar arasında Prouvé ve Tapiovaara’dan Ercol’e, orta yüzyılın çağdaş klasikleriyle, Brezilyalı Campanas ve Francois Azanbourg, Adam Goodrum, Nendo ve Tom Dixon gibi modern tasarımcıların yenilikçi ürünlerini kombine edip, karma yemek sandalyeleri ile etkileyici bir koleksiyon oluşturmuş.
Otelin toplu kullanım alanlarında yer alan bu eklektik koleksiyonlar renkli bir Bisazza duvar mozaiği, arabesk karo zeminler, yerel bit pazarlarından alınmış özel dolaplarla ve olağanüstü yetenekli yerel sanatçı Konstantinos Kakanias tarafından özel olarak yaptırılan duvar plakaları ile dengeli bir kompozisyon oluşturmuş. Bu ferah ve konforlu otel aynı zamanda son derece uygun fiyatlara geleneksel Girit yemeklerini de keyifli bir ortamda tatmanız için çok uygun bir zemin hazırlıyor.
Yemekleri “boureki” (börek), güveç yabani enginar ile keçi ve ünlü “galaktompoureko” (muhallebi dolu milföy pasta) şeklinde sıralanabilir.
Geçtiğimiz yıllarda oteli ziyaret eden London Times yemek eleştirmeni, oteli “klasik bir yemek lokasyonu” olarak nitelendirecek kadar etkilenmiş bu büyülü atmosferden. Meraklılarına hemen belirtelim Girit’in batısında yer alan Ammos en yakın havaalanına yalnızca 15 km uzaklıktaki lokasyonu ile lezzete ve konfora doyacağınız çok doğru bir seçenek.

 

dfot

It’s Complicated…

İlişki Durumu: Karmaşık ama ev güzel…

dfot

 

 

Bu yazıyı Soma’da gerçekleşen maden kazası faciasının gölgesinde filmin adı gibi “karmakarışık duygular” içinde yazmaya başladım. Ölenlere rahmet kurtulanlara acil şifalar diliyorum…

 

Bu ay iki tanıdık isimle yolumuza devam ediyoruz. Filmimiz İlişki Durumu: Karmaşık. Daha önce yine bu sayfalara konuk ettiğim güzel evlere sahip Tatil (The Holiday) ve Aşkta Her şey Mümkün (Something’s  Gotta Give) filmlerinin yönetmeni Nancy Meyers’ın filmi. Öğrendik ki bu kadın yönetmen romantik komediden ve güzel evlerden çok iyi anlıyor!

 

Diğer tanıdık isim ise geçen ayın filmi olan Mamma Mia! dan hatırlayacağınız harika kadın Meryl Streep. Zaten onun büyüsüne bir kez kapıldınız mı kolay kolay kurtulamazsınız.

 

Şimdi gelelim oldukça eğlenceli bir romantik komedi olan İlişki Durumu: Karmaşık filmimizin konusuna.

 

Jane Adler’in (iki Oscar ödüllü MERYL STREEP) üç yetişkin çocuğu, Santa Barbara’da başarılı bir pastane ve restoranı ile 10 yıl önce boşandığı eski kocası avukat Jake (ALEC BALDWIN) ile dostane bir ilişkisi vardır. Fakat Jane’le Jake oğullarının mezuniyet töreni için kendilerini şehir dışında bulduğunda işler karışır. Baş başa çıkılan masum bir akşam yemeği; şarabın dozunu kaçırmalarıyla 19 yıllık evlilik anılarından bahsettikleri kahkaha dolu bir akşama ve ardından da bir anda ilişkiye dönüşür!

Ancak Jake artık kendinden çok genç Agness (LAKE BELL) ile evli olduğu için, Jane şimdi öteki kadındır.

 

Tazelenen bu aşkın ortasında kalan kişiyse Jane’in mutfağını yeniden dekore etmek için tuttuğu mimar Adam’dır (STEVE MARTIN). Karısından boşanmış olan Adam Jane’e aşık olmak üzeredir. Fakat çok geçmeden tuhaf bir aşk üçgeninin parçası olduğunu fark eder.

 

Jane ve Jake ayrı hayatlarına devam mı etmeli, yoksa geçen zaman onlara aslında ayrı değil bir arada daha iyi olduklarını mı fark ettirdi?  Durum ne mi? Gerçekten “karmaşık”.

 

Son 30 yılda yönetmen Nancy Meyers, uzun zamandır kaçındıkları gerçeklerle yüz yüze gelmek zorunda kalan yetişkin karakterlerin yer aldığı birçok başarılı romantik komedi çekti. Deneyimli sinemacı geçen yıllar içinde kendi yaşam deneyimlerini de işiyle birleştirdi. Yönetmen İlişki Durumu: Karmaşık ‘ta boşanma sonrası hayatın dünyasına giriyor.

 

Başarılı bir anne ve iş kadını olan, boşanmayı nihayet geride bırakıp hayatına devam ettiğini ve istediği hayatı kurmakta olduğunu hisseden 50’lerindeki Jane rolü için Nancy Meyers’in kafasında daha senaryoyu yazarken Meryl Streep varmış: “Bu rolde Meryl’i hayal ettim, onu benim asla cesaret edemeyeceğim şeyleri yaparken düşledim. Meryl’i düşünmek yazarken beni teşvik etti. Jane benden kesinlikle daha cesur. Bu cesareti, yapacağı seçimleri ve alacağı riskleri yazmak zevkliydi. Filmde dediği gibi, ‘kendisinin bir parçası ile deney yaptı’. Ben onun yaptığı seçimleri yapmaktansa filmde bir karakterle deney yapmayı tercih ederim… ama benim için yazması bu yüzden eğlenceli ve cazipti.”

 

Yapımcılar, Jane’in abayı yakmış eski kocasını oynamak üzere iki Emmy ve iki Altın Küre ödüllü oyuncu Alec Baldwin’i seçtiler. Baldwin, senaryo yazdığı dönemlerden beri Meyers’in büyük  bir hayranı… Onun eski filmlerinden güzel anıları var; Private Benjamin, The Parent Trap, daha sonraki yönetmenlik denemelerinden What Women Want ve Something’s Gotta Give gibi.  “Onun filmlerine her zaman bayılmışımdır. Çünkü bunlar yetişkinlerin ilişkileri ve bu ilişkilerde yaşadıkları sorunlar hakkındaki yetişkin filmleridir. Ama bu filmi yapmak istememin asıl bir nedeni de Meryl’dı. Günümüzdeki çoğu erkek oyuncu gibi ben de uzun süre Meryl’a taptım ve onunla bu çalışma fırsatını bulduğum için minnettarım. Ve tabii bir de Steve Martin faktörü vardı. Nancy ile bu tür filmlerde kıdemli idi ve Steve’in filmlerinin sonsuz hayranıyım… Steve’in ve benim karakterim kadar birbirine tamamen zıt iki insan bulmak zordur.”

Filmimizi ve oyuncularını şöyle bir anlattıktan sonra gelelim dergimizin asıl meselesi olan filmdeki eve diğer önemli mekânlara…

 

Brooklyn’den Santa Barbara’ya:

 

İlişki Durumu:Karmaşık ‘ın çoğu Santa Barbara, Kaliforniya’da geçmesine rağmen, çekimlerin dörtte üçü, hemen hemen tüm iç mekânlar dâhil, New York City’de yapılmış. Çekimlere 18 Şubat 2009’da Brooklyn’de Broadway Stages stüdyolarında, Jane’in evindeki sahnelerin çekilmesiyle başlandı. Zengin, gerçek boyuttaki set sıcak, davetkâr Santa Barbara tarzını tasvir ediyordu. Arka planda ustaca yapılmış bir doğa resmi ile çevrili geniş bir çim alan da setin bir parçasıydı.

 

Meyers, filmin görüntü yönetmeni olarak neden iki Oscar’lı John Toll’u seçtiğini şöyle anlatıyor: “Işıklandırması çok hassas ve resim gibi. Filmimizin her karesinde böyle bir göze sahip olduğum için çok şanslıydım. Ayrıca John’un Santa Barbara’da bir evi var, yani Jane’in dünyasının görüntüsünü ona açıklamaya gerek yoktu; zaten içinde yaşıyor. Filmin yüzde 70’i Jane’in evinde ve çevresinde geçtiği için, bunu aktarabilecek birini bulmak önemliydi. John bu konuda benim tüm beklentilerimi aştı.”

 

Çekimlerin New York’taki ilk bölümünde başka bazı ana mekânlar kullanıldı. Jane’in sahibi olduğu Village Bakery pastanesi, tamamı Brooklyn’in Prospect Parkı’ndaki geniş, stüdyo ölçeğindeki Picnic House’un içinde inşa edildi; tezgah alanı, yemek alanı, ofisler ve hatta hamur işleri, taze meyve ve gurme ürünlerle dolu kocaman bir dükkanı içine alıyordu. Buraya yolu düşen, ağzının tadını bilen herkes,  baştan çıkarıcı bir gurme dükkanına geldiğini düşündüğü için suçlanamazdı. “Belki de filmi bitirdikten sonra her şeyi olduğu gibi bırakmalı ve bütün Brooklyn’in gelip buradan alışveriş etmesine izin vermeliydik.” diyor yönetmen Meyers. Pastanenin mutfağı ve buzdolabı alanı için Chelsea Çarşısı’ndaki Sarabeth’s Bakery kullanıldı. Adam’ın Santa Barbara mimarisindeki ofisi New York’un Chelsea bölgesinde ticari bir çatı katında çekildi. Nisan 2009’da ekip Los Angeles’a yerleşti. Oradaki zamanının çoğu Jane’in evinin dışında geçen sahneleri çekmekle geçmiş: ön avlu, arka avlu, bahçe ve giriş…

 

Ana üs olarak kullanılan ev L.A.’den 45 dakika kuzeydeki Thousand Oaks’ta bulunan Meksika/ İspanyol “hacienda tarzı” muhteşem bir çiftlik eviydi. 1920’lerin sonlarında tasarlanıp inşa edilen evde daha önce, aralarında W.C. Fields’ın da bulunduğu birçok ünlü oturmuştu. Kiremit çatılı, önünde harika geniş bir verandaya sahip olan evin göz kamaştıran bir mutfağı, müthiş bir çiçek bahçesi ve filmde görünmese de arkada büyük bir havuzu bulunmakta. Veranda zemini taş karolarla; 5 odaya sahip içi mekânlar ise ahşap parkelerle döşenmiş. Bu rüya evin piyasa değerinin yaklaşık 12 Milyon dolar olduğu düşünülüyor!

 

“Harika bir eski Kaliforniya havası vardı. Ben yıllarca ona çok benzeyen bir evde yaşadım. Sonsuza dek arasam kendi evime bundan daha çok benzeyen bir ev bulamazdım. Orası kesinlikle Jane’in yaşayacağını hayal ettiğim ortamdı.” diyor ev için yönetmen Meyers.

Evin geniş arazilerle çevrili olması çekimi daha da çekici kılmış.  Çünkü ev, kameranın görüş alanının tamamen dışında olması gereken karavanlar, jeneratörler ve yemek alanları için çok geniş alanlara sahip. 6000 m2 toplam alandan bahsediyoruz! Evin banyosu filmde tek başına ortada duran bir küvet iken; gerçekte var olan beyaz tonların ağırlıklı olduğu banyo çok daha ihtişamlı ve göz alıcı.

Bir diğer farklılık Jane’in yatak odasında var. Filmde kullanılan ile gerçekte var olan arasında epey fark var ve bence gerçekte var olan hali muazzam…

 

Her yönden harika ışık alan bu doğayla barışık ev, insanı hemen içine çekiyor ve sizde ömrünüzün kalan kısmını orada geçirme isteği uyandırıyor.

İşte bu ay da böyle… Temmuz sıcağında tekrar görüşmek dileğiyle…